Çevirmen Önsözü: Elon Musk’la ilgili çevirim hakkında gelen güzel yorumlardan motivasyon aldım ve birazdan okuyacağınız yazının eksik kalan son kısmını da çevirdim. Orijinal yazı oldukça uzun olduğu için (36.456 kelime, 12 punto Arial ile 81 sayfa A4 ediyor) Tim Urban yazıyı beş sayfaya ayırmış. Ben de bu yüzden her sayfayı ayrı bir gönderi olarak yayınlamaya karar verdim. Kısacası, beş kısımdan oluşan devasa bir yazının ilk kısmını okuyacaksınız. İyi okumalar dilerim.
MS 2365, Ganymede
Yolculuğa son bir gün. Orada olduğunu hayal etmek bile o kadar gerçek dışıydı ki, sonunda gerçekleşeceğine hala inanamıyordu. Sürekli duyduğu tüm o şeyler… Ta ilk insan Ganymede’ye adım atmadan yüzlerce yıl önce inşa edilen yapılar, ev büyüklüğünde hayvanlar, dünyası kadar büyük okyanuslar, tropik kumsallar, ünlü mavi gökyüzü, tenini yakabilecek kadar yakın olan devasa güneş… En garibi ise, gökyüzünde Jüpiter olmaması. O kadar çok filmde görmüştü ki bunu, adeta bir film setini ziyaret edecekmiş gibi hissediyordu. Aynı anda düşünülemeyecek kadar çok şey vardı. Şimdilik, ihtiyacı olan her şeyi yanına almaya ve herkese veda etmeye odaklanmalıydı—onları uzun bir süre göremeyecekti…
1. Bölüm: İnsanlar ile Uzayın Hikayesi
Yaklaşık altı milyon yıl önce, çok önemli bir dişi maymunun iki çocuğu oldu. Bu çocuklardan biri ileride tüm şempanzelerin atası olacaktı. Diğer çocuğu ise bir gün, tüm insan ırkını da kapsayacak olan bir soy doğuracaktı. İlk çocuğunun soyundan gelenler oldukça normal ve… maymunumsu olsalar da, zaman ilerledikçe ikinci çocuğunun soyunda garip şeyler olmaya başladı.
Neden olduğundan hala emin değiliz, fakat sonraki altı milyon yıl içinde atalarımız, Dünya’da daha önce hiçbir canlının yapmadığı bir şey yapmaya başladı: Uyandılar.
Yapmaya başladı diyorum, çünkü binlerce nesil boyunca, yavaş ve aşama aşama gerçekleşti bu. Tıpkı uykunuzdan uyandığınızda beyninizin kendine gelmesinin birkaç saniye sürmesi gibi. Kendilerine daha da geldikçe, atalarımız etraflarına bakmaya ve tarihte ilk kez merak etmeye başladılar.
3.6 milyar yıllık bir uykudan uyandıktan sonra, Dünya’daki yaşamın ilk kez soruları vardı.
İçinde bulunduğumuz bu büyük oda nedir, ve bizi buraya kim koydu? Tavandaki şu parlak, sarı daire ne? Her gece nereye gidiyor? Okyanus nerede bitiyor ve bittiği yere gidince ne oluyor? Artık burada olmadıklarına göre tüm ölü insanlar nerede?
Türümüzün büyük gizem romanını—Neredeyiz?— keşfetmiştik ve okumayı öğrenmek istiyorduk.
İnsan bilincinin ışığı git gide parladıkça, mantıklı gelen cevaplara ulaşmaya başladık. Belki havada duran bir tepsinin üzerindeydik, veya belki bu tepsiyi dev bir kaplumbağa taşıyordu. Belki geceleri yukarıda görünen küçük ışıklar, bu büyük odanın ötesinde olan şeylerin bir görüntüsüdür. Belki de öldüğümüzde oraya gidiyoruzdur. Belki tavanın yerle buluştuğu yeri bulabilirsek kafamızı uzatıp diğer tarafta ne gibi şeyler olduğuna bakabiliriz.
Yaklaşık 10.000 yıl önce, izole kabileler birleşmeye ve ilk şehirleri oluşturmaya başladılar. Daha büyük topluluklarda insanlar birbirleriyle bu gizem romanı üzerinde konuşabiliyor, kabileler ve nesiller arasında notlarını karşılaştırabiliyorlardı. Öğrenme teknikleri geliştikçe ve ipuçları biriktikçe, yeni keşifler ortaya çıktı.
Meğersem dünya bir topmuş, tepsi değil. Demek ki tavan, etrafımızı kaplayan daha büyük bir küreymiş. Yukarıda, kürede bizimle birlikte süzülen cisimler ve aralarındaki mesafeler, hayal ettiğimizden çok daha büyükmüş. Sonra ise üzücü bir gerçek:
Güneş bizim etrafımızda dönmüyormuş. Biz güneşin etrafında dönüyormuşuz.
Bu keşif gerçekten hiç hoş değildi. Ne demek her şeyin merkezinde değiliz ya? Nasıl yani?
Neredeyiz?
Küre zaten bayağı büyük. E yani merkezinde değilsek, rastgele bir yerde alakasız bir top muyuz sadece? Bu gerçekten yaşanıyor olabilir miydi?
Sonra işler daha da kötüye gitti.
Görünüşe göre kürenin kenarındaki küçük ışıklar, düşündüğümüz gibi şeyler değilmiş. Bizimki gibi güneşlermiş. Hem de tıpkı bizim güneşimiz gibi süzülüyorlarmış orada bir yerlerde. Demek ki bir kürenin içinde de değilmişiz. Hadi bizim gezegenin her şeyin merkezinde olmamasını geçtim, güneşimiz bile hiçliğin ortasında öylesine dolanan biriymiş.
Güneşimiz, çok daha büyük bir şeyin ufak bir parçasıymış. Milyarlarca güneşten oluşan güzel ve devasa bir bulut. Her şeyin her şeyi.
Neyse, elimizde en azından bu var. Ta ki her şeyin bu olmadığı fark edene kadar. Her şey buymuş:
Araç gereçlerimiz ve anlayışımız geliştikçe, resmi daha da büyütebildik ve büyüttükçe daha da fazla şey berbatlaştı. Neredeyiz?’in sayfalarının şifrelerini çözüyorduk ve başımıza geleceklerden biz sorumluyduk. Sonunda şifreleri çöze çöze vardığımız sonuç şu oldu: o kadar yalnızız ki… Issız bir ada içindeki ıssız bir adanın içindeki ıssız bir adanın içinde yaşıyoruz, konuşacak kimsemiz de yok.
Durumumuz bu işte.
Türümüzün kısa tarihinin son %1’inde, Durum’u öğrenen Dünya’daki ilk canlılar olduk. O zamandan beri de topluca bir varoluş krizi içindeyiz.
Bizi suçlayamazsınız ama yani. Evrenin ne olduğunu fark etmemiş olduğunuzu düşünün, sonra da evrenin ne olduğunu fark ettiğinizi. Pek kolay hazmedilecek bir şey değil.
Çoğumuz bununla, hoş bir hayalin içinde yaşayarak başa çıkıyoruz. Durum’u görmezden gelmek için elinden geleni yapan şu abi gibiyiz:
Peki bu aktivite için en iyi arkadaşımız kim? Mavi gökyüzü. Mavi gökyüzü sanki Durum yokmuş gibi davranalım diye icat edilmiş gibi görünüyor. Bizi gerçeklikten koruyan mükemmel bir fon.
Sonra gece vakti geliyor, ve işte Durum karşımızda, gözlerimizin içine bakıyor.
Haa evet…
Bu “lay-la-lom –> haa evet… –> lay-la-lom –> haa evet…” döngüsü, yakın geçmişe kadar Durum’la olan ilişkimizin bir özetiydi.
Ama son 60 yılda ilişkimiz apayrı bir seviyeye ulaştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında roket teknolojisi büyük yol kat etti ve böylelikle tarihte ilk kez, yeni ve akılları baştan alan bir fikir artık mümkündü:
Uzay yolculuğu.
Binlerce yıl boyunca, İnsanlar ve Uzayın Hikayesi yalnızca bakmak ve merak etmekten oluşuyordu. Fakat şimdi, Dünya adamızı terk edip uzayda yolculuğa çıkma ihtimali, insanlığın macera ruhunu bir anda özgür bıraktı.
Sanıyorum ki benzer bir hissi 15. yüzyıldaki insanlar da yaşamıştır. Coğrafi keşifler döneminde, Neredeyiz?’in dünya haritası bölümündeyken okyanus ötesi yolculuk fikri insanların aklını yine böyle kamaştırmıştır. 1495’te bir çocuğa büyüdüğünde ne olmak istediğini sorsanız, “okyanus kâşifi” sık karşılaşacağınız bir cevap olurdu muhtemelen .
1970’te bir çocuğa aynı soruyu sorsanız cevap “astronot” olurdu, yani Durum kâşifi.
2. Dünya Savaşı insanların uzayda seyahat etme ihtimalini ilerletti, fakat uzay yolculuğunu dünyanın büyük güçleri için bir macera yapan şey, Sovyetler’in 1957’nin sonlarına doğru ilk insan yapımı nesneyi (Sputnik 1 tatlışı) uzaya fırlatmaları oldu.
O zamanlar Soğuk Savaş tam gaz devam etmekteydi. ABD ve Sovyetler, tüm dünyanın televizyondan izlemekte olduğu en uzağa işeme yarışmaları için cetvellerini çıkarmıştı. Sputnik’in başarılı fırlatılışıyla beraber, Sovyetler birkaç santim daha uzağa işedi ve Amerikanları dehşete düşürdü.
Sovyetlere göre uzaya ABD’den önce bir uydu göndermek, Sovyet teknolojisinin Amerikan teknolojisinden üstün olduğunun bir göstergesiydi. Bu da komünizmin kapitalizmden üstün olduğuna dair dünyaya gösterdiği bir kanıttı.
Sekiz ay sonra NASA doğdu.
Uzay Yarışı başlamıştı. NASA’nın ilk planı önce uzaya insan göndermek, sonra tam yörüngeye bir insan göndermekti. Bunların ikisini de Sovyetler’den önce yapabilirlerse çok güzel olurdu. ABD bir daha küçük düşürülmeyecekti.
Bu görev için NASA,1959’da Mercury Projesi’ni başlattı. Başarmaya yakınlaşmışlardı… Lakin Nisan 1961’de Yuri Gagarin, Dünya’nın etrafında tam bir tur attı. Uzaydaki ve yörüngedeki ilk insan bir Sovyet’ti.
Sıkı önlemler alma vaktiydi artık. Danışmanları, John F. Kennedy’ye Sovyetler’i yakın zamanda geçemeyeceklerini söylemişti. Fakat insanlı bir Ay inişini ABD’nin daha önce gerçekleştirme şansı vardı. Sonrasında Kennedy meşhur “Ay’a gitmeye karar verdik; kolay olduğu için değil, zor olduğu için” konuşmasını yaptı ve göreve inanılmaz bir miktarda fon sağladı (20 milyar dolar, bugünün parasıyla 205 milyar dolar).
Sonuç ise Apollo Projesi’ydi. Apollo’nun görevi Ay’a bir Amerikan indirmek ve bunu ilk yapan olmaktı. Sovyetler buna kendi Ay programları Soyuz ile karşılık verdi ve yarış böyle başladı işte.
Apollo’nun erken aşamaları bir araya gelmekteyken, Mercury Projesi hedefine nihayet ulaştı. Yuri Gagarin uzaydaki ilk insan olduktan yalnızca bir ay sonra, Amerikan astronot Alan Shepard uzaydaki ikinci insan oldu. Tam bir tur atmadı, fakat yine de uzaya bir beşlik çakacak kadar yükseldiği küçük bir ark çizdi. Birkaç ay sonra Şubat 1962’de John Glenn, Dünya’nın etrafında tam bir tur atan ilk Amerikan oldu.
Sonraki yedi yıl boyunca ABD ve Sovyetler hünerlerini ve teknolojilerini geliştirirken toplam 22 tane insanlı uçuş gerçekleştirdi. 1968’in sonlarına gelindiğinde, depar atmakta olan ABD’nin toplam fırlatma sayısı (17) Sovyetlerden (10) daha fazlaydı. İki ülke beraber Alçak Dünya Yörüngesinin (ADY [Low Earth Orbit, LEO]) ustası oldu.
Fakat ADY, 60’ların başlarından beri artık kimseyi heyecanlandırmıyordu. İki güç de hedeflerini Ay’a sabitlemişti. Apollo programı hızlı adımlarla ilerliyordu. Aralık 1968’te ABD, alçak yörüngenin ötesine geçen ilk ülke oldu. Apollo 8, ta Ay’ın yörüngesine kadar gidip, Ay’ın etrafında 10 tur atıp eve sağ salim geri döndü. Mürettebat, yükseklik rekorunu kırmakla beraber Ay’ı yakından gören, Ay’ın “karanlık” tarafını gören, Dünya’yı tam olarak gören ilk insanlar oldular ve şu ünlü fotoğrafı çektiler:
Döndükten sonra mürettebat, Amerika’nın en çok kutlanan kahramanları oldular. Umarım bunun tadını 8 ay boyunca çıkarmışlardır. Çünkü üç Apollo görevi sonra, 1969 Temmuz’unda, Apollo 11 ile Neil Armstrong ve Buzz Aldrin, Ay’a ayak basan ilk insanlar oldular. Armstrong, Aldrin’in pofuduk pofuduk göründüğü şu ünlü fotoğrafı çekti:
Bunun ne kadar büyük bir şey olduğunu anlatmak mümkün değil. Dünya’da yaşam 3.6 milyar yıl önce başladığından beri dünya üzerindeki hiçbir canlı, başka bir gök cismine ayak basmamıştı. Birden bir bakıyorsunuz Armstrong ve Aldrin, başka bir kürede zıplayıp duruyor, gökyüzüne bakıp Ay’ın olması gereken yerde Dünya’yı görüyor. Ne diyebilirim ki.
Apollo olağanüstü bir başarıya ulaştı. Ay’a Sovyetler’den önce bir insan göndermekle kalmayıp, sonraki 3.5 sene içinde beş tane Apollo göreviyle 10 insan daha gönderdi. Yedi denemede altı tane başarılı Ay yolculuğu. Başarısız olan ünlü istisna Apollo 13, o da oksijen tankındaki bir patlamadan sonra başarıyla geri döndü.
Sovyetlerin Soyuz programı teknik sorunlarla karşılaşıp durdu ve maalesef Ay’a insan gönderemediler.
Ay’da son Apollo yürüyüşü, 1972’nin sonlarında gerçekleşti. On yıl içinde uzayı fethettik ve ilerlemeye devam ediyorduk. O zamanlar herhangi bir Amerikan’a, veya herhangi bir insana, önümüzdeki on yıllar içinde uzay seyahatinde neler gerçekleşeceğini sorsanız, büyük tahminlerde bulunurlardı. Ay’a daha çok insan göndermek, kalıcı bir Ay üssü, Mars’a insan göndermek falan.
1972’ye gidip, 12 insanın Ay’da yürümesini izleyen bu insanlara deseniz ki “2016 yılından geliyorum, Ay’a ayak basan insanların sayısı hâlâ 12”, ne kadar şaşıracaklarını hayal edebilirsiniz herhalde. Veya “siz alçak dünya yörüngesinin tozunu attırdınız, Ay yolculuklarında durak olarak kullandınız, ama 2016 yılında biz alçak yörüngenin dışına çıkmıyoruz” deseniz.
1972’deki insanlar akıllı telefonlarımıza ve internetimize bakıp kafayı yerlerdi, fakat uzayın sınırlarını zorlamayı bırakmamıza bir o kadar da şaşırırlardı.
Niye böyle oldu? İnsanlık olarak on yıl boyunca böylesine heyecanlı bir uzay macerası yaşadıktan sonra, neden birden durduk?
“Neden durduk?” yanlış bir soru. Bunu yerine, sormamız gereken şey şu:
Ta en başında insanları uzaya göndermek için neden bu kadar maceraperestliğe kapıldık ki?
Uzay seyahati gerçekten çok pahalı. Ulusal bütçeler bayağı sıkı. Aslına bakarsanız, bir ülkenin sırf macera ve ilham ve sınırlarımızı zorlamak adına bütçesinden oldukça büyük bir miktar ayırmış olması gerçekten şaşırtıcı.
Çünkü başka hiçbir ülke böyle bir şey yapmadı. İki ülke, sırf bir sidik yarışı yüzünden bütçelerini savurdular. O zamanlarda diğer tüm ülkeler, kimin ekonomik sisteminin daha iyi olduğuna karar vermeye çalışıyordu. Uluslararası bir utanç yaşamamak için ABD hükümeti, normal kuralları birkaç yıllığına bırakıp bu tartışmayı kazanmak için kullanabildikleri tüm kaynaklarını kullandılar.
Kazandıktan sonra yarışma sona erdi, özel kurallar da. Ve sonra ABD, parasını normal bir insan gibi harcamaya devam etti.
Ne pahasına olursa olsun sınırları zorlamaya devam etmek yerine, ABD ve Sovyetler kendilerine bir çeki düzen verdi, pantolonlarını geri giydiler, el sıkıştılar ve yetişkinler gibi daha elle tutulur projelerde beraber çalışmaya başladılar, mesela alçak dünya yörüngesinde ortak bir uzay istasyonu kurmak gibi.
O zamandan beri geçen kırk yıl içinde, İnsanlar ve Uzayın Hikayesi tekrar Dünya’ya bağlı hale döndü. Artık uzayla etkileşime geçmek için iki sebebimiz var (Not: Bu yazının geri kalanı uydular, uzay sondaları ve uzay teleskopları hakkında. Konudan biraz sapıyoruz yani. Eğer bunlar ilginizi çekmiyorsa, Uluslararası Uzay İstasyonu kısmına atlayabilirsiniz. Alınmam.):
1) Dünya Endüstrilerine Destek
Apollo programından beri insanların uzayla etkileşime geçmesinin ilk ve ana nedeni, uzaya olan ilgimiz değil: Dünyadaki endüstrilere destek olması için uzayı kullanmak, genelde uydular aracılığıyla. Bugünkü roket fırlatılışlarının çoğunun hedefi, uzayın engin derinliklerine değil de tersine, Dünya’ya bakan şeyler göndermek.
İşte uydular hakkında birkaç küçük bilgi:
Alt Konu: Uydular
Aklımıza pek sık gelmiyorlar, fakat üstümüzden geçmekte olan ve günlük hayatımızda büyük rol oynayan yüzlerce robot var. 1957’de Sputnik tek başına Dünya’nın etrafında bir tur attı. Fakat bugün; iletişim, hava tahmin, televizyon, navigasyon ve hava fotoğrafçılığı gibi alanlar büyük ölçüde uydulara dayanıyor. Tabii birçok ülkenin ordu ve istihbarat teşkilatları da.
Uydu yapımı, uyduları uzaya taşıyan fırlatmalar ve bunlar için gerekli olan ekipmanların toplam piyasası 2004’te 60 milyar dolar iken 2015’te 200 milyarın üstüne çıktı. Bugün uydu endüstrisi, global telekomünikasyon endüstrisinin yalnızca %4’ünü oluşturuyor olmasına rağmen uzay endüstrisinin %60’ını oluşturuyor.
Dünya uydularının 2013 yılındaki dağılımı şöyle:
2015’in başında aktif halde bulunan 1265 uydunun 528’i, yani %40’tan fazlası ABD’nin. Ama 50’den fazla ülkenin en az bir uydusu var.
Peki bu uydular nerede? Çoğu iki farklı “katman”da:
Aktif uyduların yaklaşık üçte ikisi Alçak Dünya Yörüngesi’nde. ADY Dünya’dan 160 km yükseklikte başlıyor, yani bir objenin atmosfer direncinin hiçbir etkisi olmadan yörüngeye girebildiği yükseklik. ADY’nin üst sınırı 2.000 km yükseklikte. Genelde en alçak uydular 350 km ve üstünde yer alıyor.
Geri kalanının çoğu (yani yaklaşık üçte biri) ise daha uzakta, jeostatik yörünge (JY) diye bir yerde. Dünya’dan tam 35.786 kilometre uzakta. İsminin jeostatik olmasının sebebi ise içinde yörüngede bulunan bir cismin, Dünya’nın dönüşüyle aynı hızda dönüyor, yani gökyüzündeki konumu Dünya’daki bir noktaya sabit duruyor olması. Diğer bir deyişle, Dünya’dan bakan biri için hareketsiz görünüyor.
Örnek vermek gerekirse jeostatik yörünge, bir televizyon uydusu için ideal bir yer. Böylelikle Dünya’daki bir çanak anten gökyüzünde sabit bir noktayı hedefleyebilir.
Diğer uyduların küçük bir kısmı da Orta Dünya Yörüngesi’nde (ODY), adından da anlaşılacağı üzere ADY ve JY arasındaki her yer oluyor. ODY’nin önemli sakinlerinden biri, çoğumuzun kullandığı GPS sistemi. Bütün GPS sisteminin (ki bu sistem 1995 yılında faaliyete geçirilen bir ABD Savunma Bakanlığı projesiymiş) toplam yalnızca 32 uydudan oluştuğunu bilmiyordum. 2012’ye kadar 24’müş hatta. Altı yörünge, her birinde dört uydu. Aşağıdaki GIF’te görebileceğiniz üzere, Dünya üzerindeki herhangi bir nokta sürekli en az altı uydu tarafından görülebiliyor, ki genelde dokuz veya daha fazla (GIF’te Dünya üzerindeki mavi nokta bir insan, onu görebilen uydular siyah, yeşil çizgiler de uyduların kişiyi görüş alanları):
İşte bu yüzden telefonunuzun şebekesi çekmiyor olsa bile telefonunuz haritada konumunuzu gösterebiliyor, çünkü şebekeyle alakası yok. Ayrıca sistem bol keseden tasarlanmış. Sistemin konumunuzu belirlemesi için yalnızca dört uydunun sizi aynı anda görmesi lazım, ama dediğim gibi minimum altı tane görebiliyor. GPS uydularının yörünge periyotları 12 saat, yani her gün Dünya’yı iki kere turluyorlar.
Google Earth kullanarak uyduların yerlerini görebilirsiniz (hatta burada Google Earth’ün uyduları gösterdiği bayaa güzel bir video var).
Alt Alt Konu: Uzay Enkazları
Uydu dünyasında süregelen büyük bir sorun var. Şu an yörüngede, aktif 1.265 uydunun yanısıra aktif olmayan binlerce uydu ve önceki görevlerde kullanılmış bir sürü boş roket bulunuyor. Arada sırada biri patlıyor, veya bunlardan ikisi çarpışıyor ve uzay enkazı denilen bir sürü küçücük parçaya ayrılıyor. Avrupa Uzay Ajansı (ESA) tarafından hazırlanan bir GIF, uzayda bulunan objelerin sayısının yakın tarihte ne kadar hızlı arttığını gösteriyor (objelerin boyutu, Dünya’nın boyutuna kıyasla abartılmış):
image
Uyduların ve enkazların çoğu Dünya’nın etrafında, Alçak Dünya Yörüngesi’nde birikmiş durumda. Daha uzaktaki halkada bulunanlar ise Jeostatik Yörünge’de.
Uzay ajansları şu an uzayda yaklaşık 17.000 obje takip etmekte, bunların yalnızca %7’si aktif uydular. İşte bugün uzayda bulunan tüm objeleri gösteren bir harita:
Ama şöyle bir şey var ki, uzay ajansları yalnızca büyük objeleri takip ediyor. Haritada gördüğümüz de bunlar. Daha küçük (1 – 10 cm arası) enkaz parçalarının sayısı 150.000 ile 500.000 arasında tahmin ediliyor. 2 mm’den büyük parçaların toplam sayısı ile bir milyonun üzerinde.
Sorun şu, uzaydaki objelerin hareket hızı dolayısıyla (ADY’deki çoğu obje saatte 27 bin kilometreden hızlı gidiyor), çok çok ufak bir parça bile aktif bir uyduya veya uzay aracına zarar verebilir. Bu hızda hareket eden 1 cm büyüklüğünde bir parça bir el bombası kadar hasar verebilir.
Toplam uzay enkazının üçte birinden fazlası yalnızca iki olayla oluştu: Çin’in 2007 yılındaki anti-uydu testi. Çin, kendi uydularından birini bilerek patlatarak takip edilebilecek kadar büyük olan 3.000 yeni uzay enkazı yarattı. Diğer olay ise 2009’da iki uydunun 2.000 enkaz parçasına dönüştüğü bir çarpışma. Her çarpışma enkaz sayısını arttırıyor, enkaz sayısı arttıkça çarpışma yaşanma ihtimali de artıyor. Böyle böyle, bilim insanlarının Kessler Sendromu dediği bir domino etkisi tehlikesi ortaya çıkıyor. Birtakım zümreler, ADY’deki enkaz sayısını azaltmak için yöntemler sunuyor. Enkazları zıpkınlamaktan tutun lazerlemeye, bir gaz bulutuyla durdurmaya kadar bir sürü şey.
İşte her ülkenin aktif uydular, aktif olmayan uydular ve yarattığı uzay enkazından oluşan “uzay ayak izini” gösteren bir tablo:
“Dünya Endüstrilerine Destek” kategorisinde uzay madenciliği, uzay defin hizmeti ve uzay turizmi gibi birkaç uzay aktivitesi daha var, fakat şimdilik kategorinin tamamı uydulardan ibaret.
2) Bakmak ve Öğrenmek
İnsanları artık Durum’a göndermiyor olabiliriz, fakat orada neler olup bittiğine dair merakımızı asla kaybetmedik. İnsanların son 40 yılda uzayla etkileşimde olmasının ikinci sebebi ise işte bunun kanıtı. Toplumun ilgisi uzaydan başka şeylere yöneldi, fakat astronomlar şu eski gizem romanı Neredeyiz?’in sayfalarının şifrelerini çözmeye çalışmaya devam etti.
Astronomlar en iyi gözleriyle öğrenir. Uzay Yarışı’nın yan etkilerinden biri, orada neler olup bittiğini görmek için daha iyi teknolojilerin gelişmesiydi. Günümüz astronomlarının görmek için yüksek teknolojili iki yöntemi var:
Bakma ve Öğrenme Aracı #1: Güneş Sistemi’nin farklı yerlerine uzay araçları göndermek
Kabaca anlatmak gerekirse, bilim insanları uzak bir gezegene, uyduya veya asteroide bayağı havalı bir robot gönderiyor. Robot, gideceği yere ulaşana kadar uzayda aylar veya yıllar geçiriyor. Sonra, plana göre ya objenin yanından uçup geçiyor, yolda biraz fotoğraf çekiyor, daha detaylı bilgi edinmek için objenin yörüngesine giriyor; ya da tam inceleme için objeye iniyor. Öğrendiği her şeyi bize gönderiyor, sonra bir gün işi bittiğinde ya objeye çarptırarak ya da derin uzaya uçup gitmesine izin vererek o uzay sondasını öldürüyoruz.
Toplumun ne bilip bilmediğini görmek için genelde kendimi turnusol kağıdı olarak kullanıyorum. Daha önce bahsetmiş olduğum üzere, üç yaşımdan beri astronomiyle seviyeli bir ilişki içindeyim. Yani eğer ben uzay konusunda olup biten bir şeyi bilmiyorsam, çoğu insanın da bilmediğini varsayıyorum. Konu uzay araçlarına geldiğinde pek bilgimin olmadığını fark ettim. Şu an uzayda kaç tanesi var? 200 mü? 50? 9? Neden oradalar, onları kim gönderdi ve neler yapıyorlar? Bildiğim tek şey arada bir, bir uzay sondasının muhteşem fotoğraflar gönderdiğine dair öylesine bir haber. Hürriyet Foto Galeri’yi açar, fotoğraflara bakar, bir anlığına heyecanlanır, astronomiyle ilişkisi olan diğer arkadaşlarıma galerinin linkini gönderir, sonra sayfayı kapatmaya çalışır ama bunun yerine sayfanın altındaki clickbait başlıklardan birine tıklayıp üç saatimi boş yere burada harcardım. İnsanlığın uzay araçlarıyla ilişkim bu şekilde.
Ama bu yazı için araştırma yaparken öğrenecek o kadar da fazla şeyin olmadığını gördüm. Yani bu konuda ne varsa öğrenmek o kadar zahmetli bir iş değil. İşte şu an bilinmesi gerektiğini düşündüğüm sekiz kilit uzay robotu:
1) New Horizons (Plüton, NASA)
İlk sırada New Horizons var çünkü büyük anı daha henüz yaşandı. (Çevirmen Notu: Bu yazı Ağustos 2015’te yayınlandı.) 2006’da fırlatılan New Horizons, dokuz yıllık yolculuğunun (2007 yılında Jüpiter’in yanından geçerken Jüpiter’in yerçekiminden faydalanıp hızlandı) ardından nihayet 14 Temmuz 2015’te Plüton’a ulaştı. Plüton’a inmedi, fakat çok yakınından geçti ve bize Plüton’u ilk kez gösterdi:
New Horizons için sırada Kuiper kuşağına ulaşmak ve bize cüce gezegenler ve kuyrukluyıldızların fotoğraflarını göndermek. New Horizons’ın nerede olduğuna buradan bakabilirsiniz.
Bir de şöyle ilginç bir durum var. New Horizons fırlatıldığında Plüton hala bir gezegendi… Bu yüzden gezegenlikten çıkarıldıktan sonraki yılları herkes New Horizons ekibiyle göz teması kurmaktan kaçınarak geçirdi. Evet, Plüton’un çıkarılması üzücü bir olay. Plüton da üzülüyordur, evet. Ama doğruya doğru konuşacak olursak Plüton 76 yıl boyunca sahip olduğu gayrimeşru ünü için müteşekkir olmalı. Oysa Kuiper kuşağındaki cüce gezegen arkadaşı Eris, yaşamının tamamını tanınmadan geçiriyordu 2005 yılında keşfedilene dek.
Curiosity ünlü bir keşif aracı. Otomobil büyüklüğünde bir kâşif robotu olan Curiosity, Mars’ın yüzeyine 2012’de iniş yaptı. Şu an büyük bir kraterin içinde birçok şeyi araştırıyor. Ana hedefi, Mars’ta daha önce hiç yaşam olup olmadığını bulmak. Curiosity’den önceki iki keşif aracı Opportunity ve Spirit, 2004 yılında indiler ve planlanan görev süreleri 90 gündü. İkisi de son kullanma tarihini oldukça geçti, hatta Opportunity hâlâ aktif. Aferin oğluma be.
Mars’ın yörüngesinde dönen bir sürü uzay sondası var, ama şu an asıl olay Curiosity yani.
Araştırmam sırasında Spirit kâşif robotunun Dünya’dan Mars’a gönderilişiyle ilgili IMAX bir filmden bir video buldum ve gördüğüm en cool video olduğunu düşündüm. Ta ki Curiosity’nin Mars’a gönderilişiyle ilgili daha cool bu videoyu bulana kadar.
3) Juno (Jüpiter, NASA)
Juno Dünya’yı 2011 yılında terk etti, büyük bir tur attı ve 2013’te yer çekimi desteğiyl hızlanmak Dünya’ya geri döndü (ve hatta bu sırada Ay’ın Dünya’yı turladığı cool bir video çekti). Şu an Jüpiter’e doğru ilerliyor ve Temmuz 2016’da oraya varmış olacak (ÇN: Başarıyla vardı ve yörüngeye girdi).
Vardığında Juno, Jüpiter’in yörüngesine girecek ve çekici görünen tüm o bulutların altında neler olup bittiğini anlamak için sensörlerini kullanıp fotoğraflar çekecek. Jüpiter’e düşerek ölecek. Umuyoruz ki yanmadan önce Jüpiter’in atmosferinin nasıl olduğunu gösteren fotoğraflar çekebilir çabucak. Böylelikle birisi Jüpiter’e iniş yaptığınız bir sanal gerçeklik videosu oluşturabilir.
4) Cassini (Saturn, NASA / Avrupa Uzay Ajansı (ESA) / İtalya Uzay Ajansı iş birliği)
1997’de fırlatılan Cassini, Güneş Sistemi’nde tütü etek giymekle sorunu olmayan tek gezegen Satürn’e bir yolculuk gerçekleştirdi. 2004’te hedefine ulaştı ve tarihte Satürn’ün yörüngesine giren ilk uzay sondası oldu. İnanılmaz fotoğraflar gönderdi. Örneğin bunu:
Ve bunu:
Ve halkaların yakından bu fotoğrafını:
Ve Satürn’ün arkasında Güneş’le bu havalı fotoğrafını:
2005’te Cassini, Huygens adındaki iniş aracını Satürn’ün en büyük uydusu olan Titan’a bıraktı. İşte Titan’ın yüzeyinin, Huygens tarafından çekilen gerçek bir fotoğrafı (bir Satürn uydusu kadar uzak ve gizemli bir şeyin resmen yüzeyini görmek tüyler ürpertici bir hayranlık uyandırıyor).
5 ve 6) Voyager 1 ve 2 (Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün; NASA)
1977’de fırlatılan bu iki Voyager sondası, Güneş Sistemi’nin uzaktaki dört devinin görüntülerini yakalayan ilk uzay sondalarıydı. Voyager 2 halen Uranüs ve Neptün’ü ziyaret eden tek sonda. Bu fotoğrafı da o çekti:
Voyager’ların şöyle bir olayı var ki, asıl görevleri tamamlanmış olmasına rağmen hala hızla yollarına devam ediyorlar. İkisi de şu an inanılmaz uzaktalar ve süper bir hızda ilerliyorlar. Voyager 1 saatte 61.000 kilometre hızla ilerliyor, yani o kadar hızlı ki Atlas Okyanusu’nu beş dakikada geçerdi. Voyager 1 ayrıca Dünya’dan en uzaktaki insan yapımı obje, kendisi şu an Dünya’dan 137 AU uzaklıkta (1 AU = 150 milyon kilometre). Kendisi ayrıca Güneş Sistemi’ni terk eden ilk insan yapımı obje. Böyle ilerlemeye devam ederse, Voyager 1 bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri’ye 73.000 yıl sonra ulaşacak.
Voyager’ların bir başka olayı ise fırlatılmalarından önce, Carl Sagan tarafından yönetilen bir NASA komitesi iki sondaya da bir zaman kapsülü koydu. Bu kapsülün içinde Dünya’dan semboller, sesler ve görüntüler (ve medyanın nasıl oynatılacağına dair yönergeler) var. Böylelikle sondalar bir gün uzaylılara bizi anlatabilir. Muhtemelen bir zaman kaybı, ama kim bilir işte.
7) Rosetta (kuyrukluyıldız, ESA)
2004’te fırlatılan Rosetta, Ağustos 2014’te 67P kuyrukluyıldızına ulaşıp birkaç ay sonra da iniş aracı Philae’i kuyrukluyıldıza başarıyla indirdikten sonra dikkatleri oldukça üzerine çekti. 67P kuyrukluyıldızı sadece 4.3 km uzunluğunda bir kaya parçası çıktı ama olsun, Rosetta’nın çektiği fotoğraflar bayağı güzeldi:
8) Dawn (Vesta ve Ceres, NASA)
Dawn bu listede yer aldığına inanamıyor. Kendisine bu listede yer verdim, çünkü asteroit kuşağında çok büyük, neredeyse gezegen boyutunda objeler olduğunu insanların bilip bilmediğinden emin olamıyorum. Milyonlarca asteroitten oluşan dev bir halka olan asteroit kuşağı, Mars ile Jüpiter’in yörüngeleri arasında yer alıyor ve çapları en az 1 km olan 750 binden fazla asteroit barındırıyor. Güneş Sistemi’nin dışını çevreleyen ve çok daha büyük olan Kuiper kuşağıyla karıştırmayın. Asteroit kuşağı sakinlerinden birisi de cüce gezegen Ceres. Ay’ın çapının %27’sine sahip ve asteroit kuşağının toplam kütlesinin üçte birini oluşturuyor. Kuşakta Ceres’ten sonraki ikinci en büyük obje olan Vesta ise gece gökyüzündeki en parlak kuşak objesi. Açıkçası ben Ceres ve Vesta’dan haberdar değildim. Neyse. 2007’de fırlatılan Dawn, 2011’de dokuz ay boyunca Vesta’nın yörüngesinde dolaştı, sonra da oradan ayrılıp Mart 2015’te Ceres’e ulaştı (ve böylelikle iki farklı gök cisminin yörüngesine giren ilk sonda oldu).
Bunlar dışında da bir sürü sonda var. Örneğin Merkür’ün yörüngesinde yedi yıl kalıp sonra Nisan 2015’te bilerek düşürülen Messenger; 2010’da Venüs’ün yörüngesine girmesi planlanan fakat başarısız olan ve bu yıl tekrar deneyecek olan Japon sondası Akatsuki; Ay’ı olaysız turlayan birkaç sonda, mesela Ay’a 1976’dan beri ilk kez iniş aracı bırakan Çin sondası Chang’e 3; ve Güneş’ten ölçüler alan bir grup sonda daha. İşte geçmiş ve günümüzdeki tüm sondaların detaylı bir listesi, ve bu listenin National Geographic tarafından hazırlanan muhteşem görseli:
Bakma ve Öğrenme Aracı #2: Teleskoplar
Teleskoplar 17. yüzyılın başlarından beri bizleler. Sonraki 400 yıl boyunca daha da güçlendikçe, insanlığın Neredeyiz?’in sayfalarını çevirmesindeki bir numaralı yardımcıları oldular.
Fakat nihayetinde, ne kadar gelişmiş olurlarsa olsunlar yerdeki teleskopların da görebileceklerinin bir sınırı vardı. Hani bir bardak sudan bir ışık kaynağına baktığınızda ışık böyle bükülmüş ve garip durur ya? İşte yıldızlar parıldadığında da bunun aynısı oluyor. Tabii yıldızlara su yerine Dünya’nın atmosferinden bakıyoruz. Atmosfer, ışığı su kadar bozmuyor fakat yıldızlar ve galaksiler çok küçük noktalar olduğu için, az derecede bir bulanıklık bile çok etki ediyor. Yüzme havuzunda suyun altında yukarı bakıp gökyüzündeki kuşları incelemeye çalışmak gibi.
1960’larda insanlar uzaya teleskop koymayı öğrendiler, böylelikle bize ilk kez yıldızların temiz bir görüntüsünü gösterebileceklerdi. 1990’da NASA, o zamana kadarki en iyi uzay teleskopunu fırlattı: Hubble.
13 ton ağırlığında ve bir okul servisi uzunluğunda olan Hubble Uzay Teleskopu’nun 2,4 metrelik lensi, 320 kilometre uzaktaki bir bozuk paraya lazer tutabilecek kadar keskin. O kadar güçlü ki, Dünya düz olsaydı İstanbul’daki evinizden Los Angeles’taki bir ateş böceğini görebilirdiniz. Dünya’dan 547 km yukarıda bulunduğu yerde atmosfer veya ışık kirliliği olmadığı için Hubble’a NASA “en yüksek zirve” diyor. İşte tüm bunlar Hubble’a evrenin eşsiz bir görüntüsünü sağlıyor. Hubble son 25 seneyi bize gerçek olamayacak kadar güzel fotoğraflar göndererek harcadı. Örneğin bu harika galaksi:
Veya yavaşça birleşme sürecinde olan bu iki galaksi:
Veya akıl almaz derecede büyük olan Pillars of Creation (Yaratılış Sütunları). Soldaki parmak o kadar büyük ki, altından başlayıp parmağın ucuna gitmeniz 4.5 milyon yıl sürerdi:
Şöyle bir şey de oldu. Bir keresinde Hubble, objektifini boş görünen küçük bir kareye odakladı (bu fotoğrafta karenin büyüklüğünü göstermek için Ay’la yan yana konmuş):
Hubble ve diğer uzay teleskopları bize nerede olduğumuz ve buraya nasıl geldiğimize dair dünyalar dolusu bilgi sundu. Karanlık enerjiden tutun evrenin doğuşuna ve ne kadar büyük olduğuna, ve yaşam bulundurma ihtimali olan gezegenlerin sayısına kadar birçok bilgi edindik.
40 yılı aşkın süredir uzayla olan ilişkimiz, işte bu iki sebep üzerineydi. Dünya endüstrilerine destek ve öğrenip keşfetmeye devam etmek.
Bu iki hedefi en iyi makineler gerçekleştirdiği için, İnsanlar ve Uzayın Hikayesi tamamiyle uzayda yolculuk eden makineleri Dünya’dan veya Dünya’nın çok yakınından kontrol eden insanlar hakkında oldu.
Apollo 17 1972’de Dünya’ya döndüğünden beri insanların uzaya çıkmalarının tek sebebi, bazen bir görevi gerçekleştirecek kadar gelişmiş bir makine olmadığı için onun yerine bir insan göndermemiz gerekmesi. Uzaya çıkan aşağı yukarı 550 kişinin 400’ünden fazlası, Uzay Yarışı sonrası dönemde çıkmış. Ama Apollo’dan beri pratik sebeplerden dolayı çıkıyorlar. Yani uzaya çıkanlar, uzaya bir işi yapmak için giden bilim insanları ve teknisyenler. İşte bu yüzden son kırk yıldaki insanlı hiçbir görev Alçak Dünya Yörüngesi’nin dışına çıkmadı.
Uluslararası Uzay İstasyonu
Günümüzdeki neredeyse her insanlı uzay görevinin amacı, Uluslarası Uzay İstasyonu’na (ISS) astronot götürmek veya oradan astronot getirmek.
ISS, uzaya 16 ülkenin iş birliğiyle 1998’de fırlatıldı ve yapımı on yıla yayıldı. Uzay istasyonu, Dünya’yı ADY’nin en alçak kısmında, 330 ila 410 km arasında bir yükseklikte dolanıyor. Gece çıplak gözle görülebilecek kadar yeryüzüne yakın, ve insanların düşündüğünden daha büyük. Yaklaşık 320 araba ağırlığında ve bir Amerikan futbolu sahası büyüklüğünde.
Alt Konu: İnsanlar ISS’te Napıyorlar
Bu yazı üzerinde çalışmaya başlarken, ISS’in amacını veya insanların orada ne yaptığını aslında bilmediğimi fark ettim. Ne zaman bir uzay istasyonu videosu izlesem hep etrafta süzülüp dolaşan birileri oluyor.
Neyse ki ISS konferansı diye bir şey oluyormuş, ve geçen ay da Boston’daymış. Gittim ben de. Konferansı ISS’in ABD kısmını yöneten Uzayda Bilimin Gelişimi Merkezi (CASIS) yürütüyordu. Konferansta şunları öğrendim:
ISS bir bilim laboratuvarı. Diğer laboratuvarlara benziyor, ama tabii farkı uzayda uçuyor olması. Yani bir şeyleri sıfır yerçekiminde test edebileceğiniz bir laboratuvar (aslında sıfır yerçekimi değil mikroyerçekimi, bunu daha sonra açıklayacağım).
Çoğu ISS deneyinin ortak noktası bu yerçekimi durumu, ama bunun dışında hedefleri oldukça çeşitli. Mesela astronotların kemiklerinin zayıflamasını (çünkü karşı koyacakları bir yerçekimi yok) inceleyip kemik erimesi hakkında bilgi topluyorlar. Bazı ekipmanların uzayda nasıl çalıştığına bakıyorlar. Etki eden bir kuvvet olmadan sıvıların nasıl davrandığına ve etkileştiğini inceliyorlar. Yerçekimindeki değişimi kullanarak bakterileri kandırıyorlar ve hangi genlerin onlara bazı ilaçlara karşı bağışıklık kazandırdığına bakıyorlar.
ISS’teki astronotların haftalık programları oldukça sıkı ve kontrollü. Şöyle bir bakalım. 8,5 saat uyuyorlar, 4 saat yemek yiyorlar (kahvaltı ve akşam yemeği 1,5 saat, öğle yemeği 1 saat), 2,5 saat zorunlu egzersizlerini yapıyorlar ve 9 saat deneyler üzerinde çalışıyorlar. Haftasonları tatil, yani tüm vaktinizi etrafta süzülüp camdan dışarı bakarak geçirebiliyorsunuz.
ISS’te vakit geçirmek isteyen tek kişi ben değilim. NASA’nın seçim süreci oldukça… rekabetli. Binlerce kişi başvuruyor, 100 kişi son mülakat ve sağlık muayenesine seçiliyor, bu 100 kişi arasından ise yalnızca bir veya iki kişi seçiliyor. Çok nadir durumlarda, özel bir şirket veya bir kişi istasyonda birkaç günlüğüne bir yer kiralayabiliyor, ama bunun ücreti yaklaşık 60 milyon dolar.
ISS’te yaşamanın nasıl bir şey olduğunu merak ediyorsanız, uzay istasyonunun bir astronot tarafından verilen turunu izleyebilirsiniz.
Bugüne kadar 15 ülkeden 216 kişinin ISS’te oynama fırsat oldu:
Uzaya Bir Şeyler Nasıl Gönderiliyor
Uzayda neler olduğunu anlattık, ama bunlar uzaya nasıl gönderiliyor? Hiç aklınızdan “Ya bu GPS uyduları nasıl yollanıyor” diye bir soru geçti mi? Cevap şöyle; yörüngeye bir şey fırlatma kabiliyetine sahip dokuz ülke var: Rusya, ABD, Fransa, Japonya, Çin, Hindistan, İsrail, İran, ve şey, Kuzey Kore. Bir de ülke olmayan bir kuruluş var, Avrupa Uzay Ajansı (ESA). Bir uydu uzaya fırlatılıyorsa sebebi, birinin kocaman ve pahalı bir roket üstünde fırlatılması için bu on kuruluştan birine para ödemiş olmasıdır (veya bir ülke kendi kullanımı için fırlatmıştır).
Uzaya insan göndermeye bakarsak, tarihte yalnızca üç ülke bunu başardı: Rusya, ABD ve Çin (Çin uzay sektörüne hızlı bir giriş yaptı ve aynı hızda büyüyor). 60lardan beri Rusya, uzaya insan göndermek için Soyuz roketlerini kullanıyor. ABD ise 1972’de Apollo programını sonlandırdıktan sonra 1981’de Space Shuttle programıyla tekrar insan gönderebilmeye başladı.
Sonraki 30 yıl boyunca ABD, Alçak Dünya Yörüngesi’ne 135 Space Shuttle gönderdi, 133’ü başarılı oldu. Bunların iki istisnası, Amerika tarihinde oldukça travmatik izler bırakan 1986 Challenger ve 2003 Columbia vakaları.
Space Shuttle programı 2011’de sonlandırıldı. Bugün yalnızca iki ülke yörüngeye insan gönderebiliyor, Rusya ve Çin. ABD, bir zamanlar dünyanın gözleri önünde Ay’a muzaffer bir şekilde ilk insanı gönderen o ülke, günümüzde astronotlarını Rus roketleriyle, Rusya’nın hevesine bağlı gönderebiliyor.
İnsanlar ve Uzayın Hikayesi’nden ne anlam çıkarmamız gerekiyor? Burası biraz garip aslında. 1970’te hikaye şöyle görünüyordu:
Hikayenin gidişatı da böyle görünüyordu o yüzden:
Ama yıl 2015 ve görünüşe bakılırsa olan şey buymuş:
Uzayla ilgili neler olup bittiğine baktığımda her şeyin inanılmaz olduğunu düşünmem gerek, değil mi? Sovyetler ilk insan yapımı objeyi yörüngeye fırlattıktan yalnızca 58 yıl sonra, günümüzde gezegenimizin etrafını çevreleyen yüksek teknolojili ekipmanlar bize görüş ve iletişim konusunda sihirli yetenekler veriyor. Güneş Sistemi boyunca dağılmış olan bir uçan robot haberci takımımız var ve bize ne bulduklarını iletiyorlar. Yeryüzünden çok yüksekte uçan kocaman bir teleskop var ve bize gözlenebilir evrenin tam olarak nasıl göründüğünü gösteriyor. 400 km üstümüzde, bir Amerikan futbol sahası büyüklüğünde bir bilim laboratuvarı uçuyor ve içinde insanlar var.
Bunlar gerçekten harika şeyler.
İnsanlar ve Uzayın Hikayesi şöyle olsaydı,
şu an yaptıklarımıza ağzım açık bakıyor olurdum.
Fakat maalesef 60’lar diye bir şey yaşandı. O yüzden şu an aslında böyle:
İyi bir sihirbazlık gösterisinin basit bir kuralı vardır: gösteriyi git gide daha da güzelleştir. Ağzı açık kalabalığın bir adım ilerisinde kalamazsan çabucak ilgileri sönecektir.
Bazı konularda İnsanlar ve Uzay sihirbazlık gösterisi yukarı ilerlemeye devam etti. Örneğin yeni bilgi edinme ve daha iyi kavrama konusunda kendimizi aşmaya devam ediyoruz, her yıl evrenle ilgili daha çok şey öğreniyoruz. Keşif duygusu da iyi durumda, Apollo’dan beri uzayda işler iyi gidiyor.
Fakat keşiflerden ne kadar hayranlık duyarsak duyalım, Neredeyiz? kitabının sayfalarında gizli tüm sırları öğrenmeyi ne kadar istersek isteyelim, içimizi gerçek heyecanla ve ilhamla doldurma ve adrenalin salgılama söz konusu olduğunda keşifler pek iş görmüyor. Sondalar ve teleskoplar bizi hayrete düşürüyor ve merakımızı arttırıyor olabilir, fakat hiçbir şey türümüzden birinin daha önce hiç kimsenin gitmediği bir yere gitmesini izlemek kadar bizi heyecanlandıramıyor. Söz konusu bu olduğunda işte, son kırk yıldır boş durumdayız. İnsanların Ay’a indiğini izledikten sonra ISS’e yapılan görevler, Ross Andersen’ın dediği gibi, “Kolomb’un İbiza’ya gitmesini izlemek ne kadar heyecanlıysa o kadar heyecanlı.”
İşte bu yüzden günümüz dünyasında İnsanlar ve Uzayın Hikayesi, bilinçlerimizin ön sayfalarından arkalara düştü. Hepimizi yerlere sermesi gereken bu konu, kenarda kalmış küçük bir gösteriye dönüştü. Tanıdığınız 10 iyi eğitimli insana Güneş Sistemi sondaları veya ISS veya NASA veya SpaceX’te neler olup bittiğini sorun, çoğu cevaplayamayacaktır. Bazıları insanların hala uzaya gittiğini bile bilmeyecektir belki de. İnsanlar bilmiyor, çünkü umursamıyorlar. Gidişatı yüzünden İnsanlar ve Uzayın Hikayesi bir hayal kırıklığına gibi geliyor. Günümüz dünyasına bakarsak uzay hikayemizin gelecekteki kısımlarının yine ufak tefek şeyler olmaya devam edeceğini düşünebilirsiniz:
Çoğu insan bunun kötü bir şey olduğunu düşünmüyor. “Dünya’da bunca sorun varken neden insanları uzayda uzaklara göndermek için bu kadar fazla para ödeyelim ki?” diye soruyorlar. Massachusetts Milletvekili Barney Frank, son otuz yıl boyunca ABD’nin bütçe belirlemesinde kilit bir rol oynadı. Kendisi, bu uzay seyahati tutkusu için “ülkenin keyfini çıkarıyor olmaması gereken bir lüks” ve “tamamiyle para israfı” ve “resmen saçmalık” diyor. Uzay Yarışı sona erdiğinden beri NASA’nın bütçesindeki kesintilere bakılırsa böyle düşünen tek politikacı Frank değil.
İlk bakışta Frank tamamen mantıklı bir şekilde düşünüyor. Sonuçta sağlık hizmetleri, ulusal güvenlik, eğitim ve yoksulluk gibi sorunlar varken bir “macera bütçesi” ayırmalı mıyız kenara? Bunun ışığında, yukarıdaki İnsanlar ve Uzayın Geleceği grafiği muhtemelen aynı hızda ilerlemeye devam edecek.
Son birkaç ayımı bu hikayenin devamında ne olacağına dair neredeyse ara vermeden okuyarak, konuşarak ve düşünerek geçirdim. Şunu söyleyebilirim ki, gelecek hakkındaki varsayımlarım kökten değişti.
Bence hepimizi büyük bir sürpriz bekliyor.
Yazan: Tim Urban
Çeviren: Mert Özel
Kaynak: http://waitbutwhy.com/2015/08/how-and-why-spacex-will-colonize-mars.html
Kaynak: Nelerdiyorsun.tumblr.com
WAITBUTWHYSPACEXELON MUSKMARS