Çağımızda, insanların zayıflıklarına, boşluklarına, mutluluk hayallerine dayanarak,
koskoca bir yaşam formu tasarlanmıştır.
Sokrates sıkça pazar yerlerine gider ve hiçbir şey almadan geri dönermiş.
Etrafındaki meraklılar neden gittiğini sorunca da ‘ben oraya ne kadar çok şeye ihtiyacım olmadığını görmeye gidiyorum’ dermiş.
Çağımızda Sokrates gibi pazarlara gitmemize gerek bırakılmaz, baktığımız her yer ihtiyaç duymadığımız ürünler ile çoktan süslenmiş, satın almaya zorlayan sistem ile örülmüştür.
Yakında sokakta dolaşırken vitrinden ya da bir reklam panosundan uzanıp direk bizimle konuşan cansız hologram mankenler gördüğümüzde şaşırmak bir yana, neden bu kadar geç kaldıklarına hayıflanacak durumdayız.
İşin tuhaf yanı, bir türlü tatmin duygusuna ulaşamamasına ve beraberinde ömür
törpüsü bir hayat yaşıyor olmasına rağmen, insanın ona verilen ‘tüketme rolünü’
samimiyetle benimsemesidir. Ömür tüketen işlerde çalışıp, her gün zamanının
geçmesini bekler, hafta sonları kendini avmlere bırakır, yarışır gibi tüketerek
rahatlamaya çalışır.
Arzuları kışkırtan sistem, sürekli sahip olacağı şeyleri düşünen ama sabah
kalktığında nereye gittiğini bilmeyen insanı yaratır. ‘Planlanan arzuların’ peşinde,
sanki kendi öz arzusuymuş gibi koşar hale gelir.
Zaman geçer, kimi insan üzerine kıyafet giydirilmiş cansız vitrin mankenine
dönüşür. Çünkü tüm bu köpürtülen arzuların tatmini gerçek anlamda mümkün değildir.
Bir tv reklamında, şık kıyafetler içinde otelden çıkıp lüks spor ‘arabasına’ binen
gösterişli mankeni gördüğümüzde hissettiğimiz arzuyu tatmin edecek bir ‘araba’
yoktur. Gerçek hayatta, reklamdaki aynı arabaya sahip olsak da, reklamı izlerken
hayalini kurduğumuz tatmine ulaşamayız.
Peki neden? Neden arzuların tatmini mümkün değildir? Günümüz şehirli insanı,
‘tasarlanmış arzuların’ peşinde durmadan koşmasına ve bazılarını elde etmesine
rağmen neden hayalini kurduğu tatmin duygusuna bir türlü ulaşamaz?
Bitmek bilmeyen ‘tatminsizliğin’ nedenini incelerken, bizi yarışlara sürükleyen
‘arzu’ yu incelememiz gerekir. Fransız psikanalist Lacan’a göre arzuya neden olan
nesne ile onu tatmin edecek olan nesne daima farklıdır ve bu nedenle de gerçek
arzu asla tatmin edilemez.
Çağımızın filozoflarından Zizek ise, arzunun nedeni ile nesnesi arasındaki
örtüşmezlikten doğan kişide yarattığı belirsizliğe (tatminsizliğe) işaret ederek
‘’Arzuladığın nedir?”, “Aslında ne istiyorsun?” diye sorar.
Şimdi çok ilginç bir noktaya geldik; çünkü devreye Freud girer, arzunun tatmin
edilecemeyeceğini bir deney ile ortaya koymaya çalışır. Freud deneyi için seçtiği
kişiyi çok soğuk bir ortamda aç halde bırakır ve uyumasını ister. Sonrasında
uyandırıp rüyasında ne gördüğünü sorar. Denek, düşünde dört sütunlu bir yatak ile
havyar gördüğünü söyler. Bu düş, donmak üzere olan aç bir insanın temel
isteklerini gösterir. Yani yiyecek ve barınak isteğini…
Ancak Freud, kişinin neden normal bir yatak, bir tas çorba değil de, abartılı bir yiyecek (havyar) ve yatak gördüğü üzerinde durur. Çünkü ona göre, arzu devreye girerek gerçek istekleri (yiyecek-barınak) ikinci plana atmaktadır.
İsteğin yerine, karşılanması güç abartılı arzular almıştır ve bu arzular bilinç dışında oluştuğu için tatmini mümkün değildir. Çünkü istek (ihtiyaç), bilinçli olarak istediğimiz bir şeydir, simgelerle ifade
edilir, tatmini mümkündür. Oysa arzu, ona ulaştıracak nesnesi belirsiz olduğu için bilinç düzeyinde değildir ve tatmini mümkün değidir. Arzu bilinç dışında bir yerde ortaya çıktığı için, arzuyu tatmin edebilecek bir nesne olamaz.
Bu bilgiler ışığında spor araba meselesine tekrar dönecek olursak, reklam izlerken
körüklenen spor araba sahibi olma arzusu, bilinç dışında bir yerde oluşur. Bilinç
dışında oluştuğu ve gerçek bir ‘ihtiyaç’ olmadığı için bilinç sınırları içinde simgesel
bir karşılığı yoktur. Kısacası kurmaca bir hayaldir, hayal edilen bu tatmine ulaşmak
mümkün değildir.
Mesele şu ki, düşündüğü hayale inanma özelliğimiz, kapitalizm eliyle yönlendirilerek
(arzuların körüklenmesi) bizi baştan çıkaran zayıflığımız haline gelir. Tatmini
mümkün olmayan arzular, hayatımızı ele geçirir. Bizi diğer canlılardan ayıran
hayal etme, sonra da aklındaki hayale inanma özelliğimiz sonuna kadar kullanılır.
Cenderenin içindeki insan, ürün, hizmet, başarı peşinde, aklında ‘mutluluk hayali’ ile
dolanır durur.
İnsanın duyguları güçlü, kendi zayıftır. Pompalanan arzular, hırslar zayıflığının
farkına varamayan insanı istediği gibi yönetirken, insanın kendi zayıflığından
beslenir.
Masalsı bir dünyaya davet eden avmlerde, vitrinlerdeki cansız manken ile
‘planlanan’ hayale kendini kaptıranlar, tatil için yaşayanlar, ruhlarını ait olmadığı
yarışlara sürükleyenler her ne kadar kendi hayatını yaşadığını düşünse de, aslında
başkalarına yarayan, tatmini mümkün olmayan ’planlı arzuların’ peşinde nafile bir
çaba ile koşturup duruyordur.
Dünyamız, markaların belirlediği rüyalardan uyanamayan, insanlık türünün en
hayalperestine şahitlik eder. Hiç bitmeyen, peş peşe sıralanan arzuların kucağına
bırakılır, kendi düş bahçemizde ‘güçlü zengini’ oynar dururuz. Gerçek zenginler ise,
bu sistemden beslenen ve çoğu zaman ortada hiç gözükmeyen başkalarıdır.
Çağımızda, insanların zayıflıklarına, boşluklarına, mutluluk hayallerine dayanarak,
koskoca bir yaşam formu tasarlanmıştır.
Fırat Devecioğlu
https://www.facebook.com/firatdvcgl/
https://www.facebook.com/firatdevecioglufikiratolyesi/
https://www.linkedin.com/in/firatdevecioglu/
Tweets by firatdevecioglu
www.firatdevecioglu.com