Modern Kölelikten Kurtulan Kadının Farklı Bir Yaşam Mümkün Dedirten Hikayesi

50 yaşına gelince gideriz uzaklara hayaline yatırım yap. Cehennemde ömrünü tüket, cennetin hayalini kur…. Kasım 2013’te boşalttım evimi, kapattım kredi kartımı, sattım arabamı. Hikayem böyle başladı.

hayat

Ne istiyorsun deli göz diye sordu adam. Durdum, gözlerinin içine baktım. Gözleri o kadar sağlam bakıyordu ki, bakışları öylesine netti; odaklanmış sorduğu sorunun cevabını bekliyordu. Sorunun etkisiyle adamın karşısında bir süreliğine donakalarak uzaklara dalıp onlarca istek, olasılık ve gerçeklik çemberi içinde yol aldım. Bu kadar güçlü bir soru ve bakıştan kaçışım olamazdı.

O anda zihnimin döngüsünden sıyrılıp cevap verebilseydim eğer, “Huzurlu bir hayat istiyorum” derdim. “Kendi dünyamı da yaşatabileceğim bir yaşam. Sevgi, saygı, hakkaniyet, ahlak, özgürlük, adalet, vicdanın olduğu ve egonun en aza indirgendiği bir dünya. Bir de aşk eklenirse içine yaşadığım hayatın bir anlamı olacak” derdim.

Bu soruyu o bana sorana kadar, kendime sadece bir kere gerçekten sormuştum Temmuz 2015’te, İstanbul, Kadıköy’de çarşının ortasında. O kalabalığın içinde yolun ortasında durdum. Sağımdan solumdan insanlar pardon, ımps fff sesleriyle bedenime çarparak akarken, sadece kendi duyabileceğim bir sesle “Ne istiyorsun Tuğçe?” diye sordum. Önce kendime yoldaş olmalıydım. Yaşamımı sürüklemekten, fırtınalarda duvarlara çarpıp yara almaktan, anlayamadığım ego mücadelelerinden, yalancı gülümsemelerden, kadın olmamın sadece bir araç olduğu ortamlardan usanmıştım. O anda, kendime en içten cevabımı verdikten sonra hayatım değişti.

Yaşantımı şehirden köye taşıma hikâyem böyle başladı. 33’üncü senesini yaşadığım hayatımın en gerçekçi zamanlarındayım. Daha ne kadar yaşayacağımı bile bilmezken neden sıkıntıyla kavrulayım ki? Egzama, kurdeşen, anksiyete, depresyon, hepsini yaşadım. Böylece sistemini, yollarını, ne döndüğünü bildiğim konforlu sayılan ve içinde uyum sağlayacağım diye maddi manevi çırpındığım şehri bıraktım.

İmkânsız yoktur, zor ise halledilir diyerek insanlığımı yaşamak üzere çıktım yola.

Sistem kavgası

Ne kadar sistemin içindeyse insan o kadar sistemin kendisi oluyor ya. Tüm hayaller, düşünceler, davranışlar sisteme göre evriliyor. Şehrin sistemi insanı bataklık gibi içine çekiyor, çıkmak zorlaştıkça zorlaşıyor. En acısı da insani değerlerimizi kaybediyoruz.

Sistemden kastım ne mi? Öncelikle aileden başlıyor hikâye. Gördükleri, öğrendikleri, isyan etmenin manasız olduğu ve bu sebeple sorgulamadan yaşadıkları hayatın doğruluğunu savunuyorlar. Birer makineye dönüştükleri gibi evlatlarını da dönüştürüyorlar. Kendi doğruları doğru, kendi hayalleri evladın gerçekliği oluveriyor bir anda. İstisna aileleri buradan sevgiyle selamlıyorum. Hatalı öğretim sisteminin içine minik askerler sürüyorlar. Üniversiteye kadar yol uzun. Eğer yolda bir kez durup düşünmediysen ve taşları istediğin gibi dizemediysen sıkıntı başlıyor. Bir şekilde üniversiteyi bitir. I ıh o da yetmez, ‘master’ın da varsa ohoooh kralsın! O bölümü neden seçtiğini, neden master yaptığını pek kimse sorgulamıyor. “Ooo bizimki de master yapıyor” diye kanatlar kabarıyor. Nedense? Ah eğer bir amaç uğruna okuyorsan önünde saygıyla eğilirim. Fakat “kazandım işte okuyorum, bakalım, aslında şöyle olaydı iyiydi” gibi söylemlerin varsa hayatının tadını çıkartamadığın ve yolunu değiştirmezsen çıkartamayacağın belli. Bu sebeple birçoğumuzda mutsuzluk yeşeriyor. Aynı yabani otun ekine dolandığı gibi mutsuzluk da eline ayağına dolanıyor. Kimilerince zannediliyor ki okuyup diline, gününe uygulayınca kamil insan olunuyor. Tersine insanlıktan çıkanlar oluyor. Duygularını yitirenler, zırhlı arkadaşlıklar, dostluğu hiç yaşayamayanlar, kendini kral – kraliçe zannedenler ve dahası… Yok mu senin de tanıdığın onlarcası?

Modern köle olursan

Sonra iş yaşamı geliyor. Sabah yatağa yapışarak uyan, hazırlanma telaşesi, çık trafiğe, başla kavgaya, gir bir beton deliğe, günlük radyasyon ve elektrik akımı içinde güne devam… “Başarıyorum!” diyebilmek için patronları zenginleştirmek için kendini parala, aldığın parayla yaşam mücadelesi sürdür. Akşam olsun, hop gel eve kısacık sürede sevdiklerinle yemek masası -eğer hazırlanıyorsa-, haydi herkes ekranların başına. Paralize olarak yavaşça bayılma seansı sonrasında yat yatağa. Hop sabah, yine aynı hikâye. “Şu kadar sene modern kölemiz olursan, sana şu kadar tatil hakkı” diyor büyük birader. Vay be! Senede kısıtlı gün tatil hakkım var. Bir de tatil zamanını da öyle istediğin anda seçemezsin ya.

Sana ne kardeşim

Kime ne yahu!? Sabah kaçta yataktan kalkmışsın, o gün ne yapmak istemişsin, sırtındaki kıyafetin değeri, altındaki motorlu aracın bilmem nesi, ne yeyip ne içtiğin, ne kadar para kazandığın, sana takılan etiketin büyüklüğü, ne zaman keyif yapacağın… Ne iş yapıyorsun? Ev sizin mi, kira mı? Bu araba kaç beygir? Montun ne güzelmiş, nereden aldın? Sana ne güzel kardeşim, neyse ne!

Böylece bir ömür sürecek örgü ve döngü sarılıyor insanın boynuna. Nefesini kesiyor arada. İsyan edileceği varsa ve edilemezse, yazık ki gerek ruhsal gerekse bedensel erken ölümlere yol açıyor. 50 yaşına gelince gideriz uzaklara hayaline yatırım yap. Cehennemde ömrünü tüket, cennetin hayalini kur.

Cennet de sensin cehennem de…

İçine doğduğum bu rüyanın bir alternatifi olmalı diye başladım düşünmeye. 2001’de üniversitedeyken, 09.00 – 18.00 arası çalışmak istemiyorum diye sayıklıyordum. E peki ne sonra yaptın diye sorarsan 0+0=0. Çünkü ne olursa olsun öğretim hayatımı ve ailemin hedefini tamamlamalıydım. Seçtiğim bölümü hedefsizce seçtim. Not skalasının tam ortasından tutturarak üniversiteyi bitirdim. Yanlış anlaşılmasın öğretime karşı değilim. Sadece bilinçsiz öğretim sistemine karşıyım.

Ardından iş hayatı geldi. Altı senede sekiz şirket tükettim. İletişim sektörünün her kolunda çalıştım diyebilirim. Dönüşebilir, dönüştükçe yükselebilirdim. Yapmak istemedim. Doğal hediyelerimi görmezden gelemedim. Doğal hediyelerim de o kadar naif kalıyorlardı ki, dönüşebilmişler arasında kendimi yabancı gibi hissediyordum.

Hani 9.00 – 18.00 çalışmak istemiyordum ya, sabah 2.00’ye dek çalıştığım da oldu. Tabii ne kendim kaldım, ne özel hayatım, ne ailem. Hepsi vardılar da uzaktalardı. Yanlarında olmak isteyip olamıyordum, neden çünkü çok mühim işler halletmem gerekiyordu. Derken 2012’de gerçekten hayal kurmaya başladım. Hayal kurdukça uzaklaştım olduğum yerden çünkü hayalimdeki resim rengârenk iken içinde bulunduğum resim siyah, gri, beyaz ve mavi renklere bulanmıştı. İnanır mısın, başka renk kıyafetim bile yoktu. Kasım 2013’te pazarlama iletişimi müdürü olarak sahalara veda ettim. Düşünüyorum da, o benim olmayan rüya devam etse sararıp, eriyip gidecektim kirliliğin, kakafoninin, tuhaf bakışların ve binlerce insanın arasında. İçine doğduğum dünyanın bana uyan bir alternatifi mutlaka olmalıydı.

İstanbul’a veda

Boşalttım evimi, kapattım kredi kartımı, sattım arabamı ve son olarak o dünyadaki sevdiğim adama sarılıp vedalaştım. Sistem, alışkanlıklar, bilinenler, tanıdıklar geride kaldı. Bir dakika. Sistem geride mi kaldı? Hayır. Çünkü sisteme sırtını dayamış insan her yerde. Bunun çözümü ancak şu olabilir, kendi sistemini yaratmakla. Öncelikle hiç alışkın olmadığım ve öğrenebileceğim, farklı dünyaları ve sistemleri görebileceğim bir yere vararak başladım.

Peki ya bundan sonra? Ütopya

Hikâyemi fiziki olarak başlattığım yer Kabak koyu oldu. Önce bir işletmede gönüllü oldum. Sonra kış olunca gönüllülük falan kalmıyor oralarda. Biraz yukarıya Faralya köyünde bir arkadaşımın yardımıyla kendime bir oda tuttum. Şimdi ise bir kolektifin içinde yaşamımı sürdürüyorum. Bireysel özgürlüğüm 2015 Temmuz’dan bu yana devam ediyor. Kolay olmadı da, gel gör ki sonunda oldu.

Neden yazıyorum?

Hayallere ulaşmak çok zor gibi gelse de, isteyince oluyormuş. Kimisi kaçış dese de, benimki şehri terk ediş ve kendi doğamı keşif. Dünyaya dair ne yapsam faydam olur üzerine bir yaşam kurma niyeti. Şehirli bir insana göre bilinmeyeni, alışık olunmayanı yani zor olanı gerçekleştirmek. Mecbur bırakılan, dayatılan ve artık sadece zarar veren ana akım sistemin dışına çıkmaktan bahsediyorum. Ütopyamı kurdum ve optimum noktaya gelmesi için çabalarım sürüyor. Aynı düşüncelere sahip birçok insanla karşılaştım bu süreçte. Ve fark ettim ki bu ütopya, rüya, hayal sadece benim değil, bizimmiş meğerse. Ne mutlu! Kendi adıma diyebilirim ki şimdilerde rüyamı yaşayarak cennetimdeyim. İster deli de ister divane. Daha güzel ne olabilir ki hayatta?

Herkese haydi kalkın bir anda şehirden kırsala, ormana yerleşin demiyorum elbet. Hayat seçimlerden ibaret.

Şehirde yaşamayı çok sevenlere sesleniyorum, olanı yaşatan da şikâyet eden de sensin. Fark ettin mi? Madem öyle sen de değiş ve değiştir. Ben komşuma, komşum komşusuna hikâyesi sürsün. Tüm değişimler zordur, zamana ihtiyacı vardır ve imkânsız değildir.

Şehirden yeşile ulaşma hayali olanlara sesleniyorum, yeşil bölgeler sana insan olduğunu ve tüm varoluşsal becerilerini gösterecek. Doğanın içerisinde olmak birey ve topluluk olmanın farkını fark ettirecek. Bedensel, zihinsel, ruhsal ve duygusal neye ihtiyacın var, neye ne kadar gücün yetiyor, sezgilerin ne durumda?

Hiç merak etmiyor musun? Buralarda kendi kurduğun sistemde yaşamak, istediğin anda çimlere uzanmak, zifiri karanlıkta dolunayın aydınlattığı yolda yürümek; içindeki ve dışarıdaki doğanın gelişimi ile döngüsünü izlemek, fark etmek, hissetmek, yaşamak; toprağa ekmek, büyütmek, yemek ve hayal kurmak serbest.

Herkesin bir hayali vardır. Öncelikle hayalini bul. Bilmiyorum cevabını ilk önce kendin kabul etme. Sor kendine, cevaplarını sorgula. Gerçekten ne istiyorum? Sonra hayalin hedefin olsun ve oraya yürüyeceğin yolun taşlarını kendin seçerek yerleştir. Bunu yapmak benim üç buçuk senemi aldı. Tüm bu deneyimlerimi sonraki yazılarımda paylaşmak dileğiyle, sevgilerimle.

Tuğçe Çinkitaş / Cumhuriyet