Erkeklere yalnızlıktan kim söz ediyor? Gerçek cinsellikten? İç çatışmalardan? Yanıt: Hiç kimse.
“Adam gibi adam, hazır yemek yemez. Adam gibi adam, mükemmel Negroni’nin nasıl yapıldığını bilir. Adam gibi adam, pasaportunu daima yanında taşır; ne de olsa belli olmaz. Adam gibi adamın en az iki çift sürüş eldiveni olur. Adam gibi adam, bulaşıkları yıkadığını diline dolamadan bulaşıkları yıkayabilir. Adam gibi adam, bir kürdan ve bir parça sakızdan biraz fazlasıyla istiridye açabilir. Adam gibi adam, kırkikindi yağmurları zamanında beyaz kotla gezebilir. Adam gibi adam, Karl Ove Knausgaard okur; paketlerde yazan besin değerlerini okur. Adam gibi adam patates kızartması yerine salata sipariş eder…”
Böyle bir yazı yazmayacağım. Eğri oturup doğru konuşalım, bu “adam gibi adam” hikâyesi pek gerçekçi değil. Erkekliğin bir marka olarak sürekli kabuk değiştirmesi sırasında “adam gibi adam” konsepti ideolojik bir arketipten ibaret. “Adam gibi adamlık”, erkekliğimizin özenle paketlenmiş seçimlerle bize yeniden pazarlanması demek. Buz gibi bira içen adam gibi adam… Beş bıçaklı, kayganlaştırıcılı jiletle tıraş olan adam gibi adam… Marketten çikolata alan adam gibi adam… “Adam gibi adam”, bir medya tabirinden fazlası değil.
Delikanlı, genç adam, metroseksüel, retroseksüel, überseksüel, spornoseksüel, pomoseksüel, düz adam, himbo, nouveau bro… Bu tiplerden herhangi biriyle daha önce karşılaştınız mı? Boşanırken velayet konusunda size yardımcı oluyor mu? Oğlunuzla vücut imajıyla ilgili konuşuyor mu ya da tatilde her gün ağırlığınız kadar roze içmenize mani oluyor mu? “Adam gibi adam”ın gerçek olma ihtimali, maaşını Aston Martin’e yatırdı diye patronunuzun James Bond’a dönüşme ihtimali kadar. “Adam gibi adam” sahte bir şey. Bir masal kahramanı. Düpedüz yalan.
Kadın söylemi ve eşitlik arayışı, erkeklerin cesur yeni dünyadaki yerini sorgulamaya başlamasına neden oldu. 2016’da erkeklerin aklı hâlâ karışık mı, yoksa kendilerini toparlamayı becerdiler mi? Kariyer, aile ve sırtımızdan akan bebek kusmuğunu mu istiyoruz; bol para ve rastgele ilişkileri mi? 2016’da artık erkekler aşırı hırslı, atletik, proteinli karışımlarla beslenen, bebek bakan ve kabakları spiral doğrayan iddialı yaratıklar mı, yoksa daha çok kıymalı pide seven, Game of Thrones izleyen ve doğum gününde sevişmeye hayır demeyen baba domuzcuk gibi miyiz?
Doğrusu bilmiyorum. Dahası kimse bilmiyor. Fakat dürüst olmanın zamanı geldi. Erkek erkeğe biraz önümüzü görelim. Bu yazı fikri, tüm muhteşem fikirlerde olduğu gibi, bir kadınla sohbet ederken doğdu. Bir ay kadar önce, yeni feminizmin öncülerinden gazeteci-yazar Caitlin Moran’la öğle yemeğindeydim. Bir sabah uyanınca pencereden dışarı bakıp, iki ergen kızının içinde büyüdüğü dünyayı görünce nasıl dehşete düştüğünü anlatıyordu. Moran, bu konuda harekete geçmeye karar vermiş. Kadın Olmak diye bir kitap yazacakmış.
Kadınların (ve hatta erkeklerin) daima tüm tüylerinden arınmış olmasının şart olmadığı bir dünya yaratmak istiyor. “Tecavüz” sözcüğünün web sitelerinde bir porno kategorisi olmadığı bir dünya… Moran, “Biraz saygı ve biraz da eşitlik istemek çok mu?” diye soruyor.
Konuşmamızın sonuna doğru “Adam olmak” neden sorgulanmıyor dedik. Papyon bağlamak, bir rafı yerine çakmak falan söz konusu olunca herkes konuşuyor ama kim erkeklerin gözünün içine bakarak sol yumurtalığındaki yumrudan söz ediyor?
Kim 16 yaşındaki oğlunuza yalnızlıktan bahsediyor? Kim porno siteler yerine gerçek cinsellikten söz ediyor? Magazin sayfalarını süsleyen David Beckham’ın “gerçek” sayılmadığını ve özenilecek bir adam olmadığını erkeklere kim anlatıyor? Aşırı iyi bir baba olmanın nazenin çocuklar için zararlı olabileceğini kim söylüyor? Erkeklerin iç çatışmalarından kim bahsediyor? Peki ya neden erkeklerin intihar oranı kadınlarınkinden dört kat fazla?
Dürüst olalım, genç kadınların son zamanlarda konuşmaya başladığı şeyleri erkeklere söyleyen kimse yok. Ve sorun Beyoncé değil. Geri kaldık. Erkekliğimize balıklama dalmamız ve dürüstçe kim olduğumuzu, bunun ne anlama geldiğini ve birbirimize nasıl davranmamız gerektiğini acilen konuşmamız lazım. “Erkekliğe giriş” diyelim gitsin. Derinlemesine bir incelemeye koyulmaktansa adım adım sayarak ilerleyelim. İçten bir nefes alıp bir “Ahhh…” çekerek okuyun ve çok da dert etmeyin. Her şey yoluna girer. Ne de olsa erkeksiniz.
Nasıl sevişmeli?
Seks konusunda pek erkenci sayılmazdım. Bekaretimi 18 yaşında kaybettim. Gerçi çok da geç sayılmaz ama siz gelin de bunu dokuz yaşında Voltaire okumaya ve kısa süre sonra da sigaraya başlayan sol görüşlü, Parisli kız arkadaşıma anlatın. Ancak siz de benim gibi özel okula gittiyseniz ve hafta sonlarınızı arkadaşlarınızla alem yaparak, bir barın otoparkında içki içip camları filmli modifiye bir Ford Fiesta’nın arkasında sevişerek –ya da sevişmeyerek– geçirdiyseniz, lise diplomanızı almadan bakir olmanız ya tuhaf ya da gey olduğunuza işaret ederdi.
Her ikisi de olmadığım anlaşıldı. Gerçi annem, doksanlar modasına yaraşacak gey bir oğlu olmadığına biraz bozuldu ama olsun. Her neyse, şu “işi” yapmadan üniversiteye başladığım için herkes zayıf, cinsiyetsiz ve pipisiz bir bakir olduğumu düşünecek diye ödüm kopuyordu. Kızlar için Action Man gibiydim. Beni bir ilkokul çocuğundan ayıran tek özelliğim sürücü ehliyetimdi.
Çözümün en hızlı şekilde işi pişirmek olduğuna karar verdim. Tanımadığım biri olabilirdi ya da ne feci bir partner olduğumu hatırlamayacak kadar sarhoş biri. Biraları birbiri ardına yuvarladığında kim sevgiye ihtiyaç duyar ki? Üniversitenin üçüncü haftasında Melissa’yı buldum –büyük olasılıkla gerçek ismi bu değildi. Öğrenci diskosunda en az benim kadar sarhoş görünen, sarışın bir ikinci sınıf öğrencisiydi. Dahası iki hafta içinde Ohio’daki evine dönmesi gerekiyordu. Bingo! İşte bekaretimden kurtulmak için ideal insan.
Çelik parmaklıklı tek kişilik yatağımda bozuk bir forklift gibi aşağı yukarı hareket ettiğim geceye dair sadece iki şey hatırlıyorum: Üzerimde sadece polo yaka Ralph Lauren tişörtle –arkadaşlarımın babalarından farksız bir kılıkla–, yan odadakilerden prezervatif istemem gerekmişti ve yaşadığım şey güzel bir bisküvi kadar hoştu.
Bourbon gibi değildi de Garibaldi gibiydi. Kötü olmayan bir Keanu Reeves filmi gibiydi. Speed kadar baş döndürücü değildi. Belki The Devil’s Advocate gibiydi. Kültürel açıdan önemli bir an gibiydi. Hep hatırlayacağın ama parmak ısırtacak bir performans sergilemediğin… Eminim Melissa da aynı fikirdedir.
Bu ilk demodan sonra biraz daha tecrübe kazandım elbette. Yaptım ve hatta hoşuma da gitti. Performansım kesinlikle iyileşti. Tabii öyle olmalıydı da… Fakat arada sırada çoraplarımı da çıkardığım 20 yıllık sevişme, öpüşme, çakışma ve birleşme deneyimimden sonra o ilk gece için boşuna endişelendiğimi idrak ediyorum.
Aslında, Warren Beatty gibi Hollywood’un yarısıyla aşk yaşayanlar ya da Putin’in gizli projesinde üstün bir Rus ırkı yaratmak için sperm donörü olarak çalışanlar hariç kimsenin yatakta ne yaptığına dair pek bir fikri yok. Herkes bildiğini söyler ama bilenler oldukça azdır. Evet, pratikle daha becerikli olacak, deneyimle yeni hareketler öğrenecek, kendinize olan güveniniz arttıkça da sabır kazanacaksınız ama sonuçta seks sekstir: ya çocuk yapmaya ya karşı tarafı uyutmaya çalışıyorsunuzdur. Tabii eğer sekreterinizle yasak aşk yaşamıyorsanız – ki bu durumda başınız dertte demektir. Rahatlayın sevgili dostlarım. Şimdi gidip takılın. Elinizi çabuk tutun çünkü benim halim yok.
Dışarı nasıl çıkmalı?
Gezmelerin bir ay sürdüğü zamanları hatırlar mısınız? Yirmili yaşlarınızda pazartesi tatilse cuma çıkar, eve ancak pazartesi dönerdiniz. İçer, sürünür, partilerdiniz. Benim için işler değişti. Çocuklarım var. Bacağı sakat bir köpeğim var. Günlerce ortadan kaybolamam. Yoksa Boris’i kim gezdirir? Çöpleri kim çıkarır? Bowie’nin 70’li yıllarda partilediği gibi partileme günlerim sona erdi. Aslında bir yandan rahatlatan bir durum bu; bunca sefahat adamı tüketir.
Ancak erkeklerin başka erkeklerle bir araya gelmesi gerektiğine inanıyorum. İçmek için. Konuşmak için. Erkek olmanın ne anlama geldiğini hatırlamak için. Tabii ki dışarı çıkıp üç gün eve dönmemezlik etmeyeceksiniz. Her hafta sonunun erkek alemine dönüşmesi şart değil. Size daha uygun olduğunu düşünüyorsanız kitap kulübüne üye olun. Gece gezmelerimden hiç pişman olmadım. Hiç rezil de olmadım. Belki de ondan geceleri bu kadar sevdim. Hareketli bir hafta sonundan sonra arkadaşlarımla çarşamba günü telefonda konuştuğumu hatırlıyorum. Ne kadar tükenmiş olduklarından söz ederlerdi. Hiç anlayamazdım. Tabii ki benim de hafiften sallantıda olduğum, Coldplay’in Fix You şarkısını duyup ağladığım zamanlar oldu ama hiç depresif olmadım.
Kaybetmişlik düşüncesi bence ancak bir miskinin kaçışı olabilir. 2000 yıllık eril cins; İsa, Leonardo da Vinci, David Bowie ve Prince gibi muhteşem adamlar, siz fazladan bir bardak votka-enerji içip somurtasınız diye ölmedi. Hem koca bir hafta sonunu barda, kulüpte, birinin evinde ve sonra kim bilir nerede hiç ediyorsunuz hem de üzerine söyleniyorsunuz. Fazlasıyla maço bir söylem gibi gelecek ama söylemeden olmaz: Kaldıramayacaksanız evde oturun. Arkadaşlarınızla film izleyin. Arkadaşlarınızla örgü örün. Arkadaşlarınızla alışverişe gidin. Arkadaşsız mastürbasyon yapın.
Sosyal ilişkiler – sadece Twitter’dan söz etmiyorum –, erkeklerin sağlığı açısından büyük önem taşıyor. Hepimizi ellerinde kahve bardakları ve haddinden büyük tabletler taşıyarak ortalıkta gezinen, banka hesabı sahibi kas yığını olmaktan ayıran en kıymetli malzeme sosyallik. Yirmili ve otuzlu yaşlarımda en yakın arkadaşımla geçirdiğim kayıp günler ve geceler, kişisel gelişimimi tamamladığım ve erkekliğimin bir parçası haline gelmiş, hayatı yaşamaya değer kılan zamanlardı. Tabii bundan hoşlanmayanlar varsa oturup evde klasiklerden Sopranos izleyebilir.
Hak ettiğiniz o vücuda nasıl kavuşmalı?
Cüssemle ilgili endişelerim, üzerine basılmasından korkan bir kamçınınki gibi nörotik bir gerginlikle doluydu. Hep zayıftım. Bunun ana nedeni, altı yaşımdan 13 yaşıma kadar sadece pişmemiş domates yiyerek beslenmem olabilir tabii. 16 yaşıma doğru, birazcık kilo almaya başlamamdan önce, lezzetli bir Çin yemeğinden geriye kalanlara benziyordum: iki çubuk ve bir peçete. Annem, cumartesi günleri birlikte parkta yürüyüşe çıktığımızda sıskalığım yüzünden şiddetli rüzgar beni havuza uçurmasın diye koluma asılırdı.
Bob Geldof 1985 yılında Wembley’de, açlıktan ölmek üzere olan milyonlarca Etiyopyalı için şu devasa konseri düzenlediğinde ben sadece altı yaşındaydım fakat benden sadece bir buçuk yaş büyük ama epey daha yapılı olan ağabeyim, Boomtown Rats’in bu konsere beni düşünerek katıldığını söyleyerek benimle dalga geçerdi. Bana nasıl küfredeceğini bilemediğinde ya da koluna falan vurduğumda hemen “Feeed the woooorld” (Dünyayı doyurun) diye şarkı söylemeye koyulur, burnumun ucuna doğru bir cips paketi sallandırırdı. Kardeşler birbirine ne söylememeleri gerektiğini daima iyi bilir.
Bu yaşadığım zorbalık mıydı? Pek sayılmaz. Beni tüketti mi? Bundan daha çok etkilenmiş başka erkekler tanıyorum. Ancak gündelik ergen dertlerimin bir parçası haline geldiği ve beni fiziksel olarak hem spor, hem sıradan yaşam hem de seks konusunda daha güvensiz yaptığı bir gerçek. Kendimi, okulun spor salonunda iki labradora denk ağırlıkla bench-press çalışan yapılı ve fırlama arkadaşlarımdan daha az erkek hissettiğim oldu.
Bugün genç erkekler vücutlarının nasıl göründüğü konusunda kadınlar kadar takıntılı ama bundan hiç kimse söz etmiyor. 18 – 35 yaşları arasındaki erkekler için spor salonuna gitmek, sağlıklı olmak ya da zinde kalmaktan çok, seksi görünmek anlamına geliyor. Erkekler, sosyal medya hesaplarının merkezine kurulup kendi reality show’larının başrol oyuncusu haline gelmeden önce hiçbirimiz nasıl göründüğümüzü bu kadar çok düşünmezdik. Kendinden başka bir şey düşünmeyenlerin obsesif narsisizminin ne raddelere vardığını anlayabilmek için David Beckham’ı Cristiano Ronaldo’yla karşılaştırmanız yeterli.
Ancak son iki yılda bütün şişme ve kaslanma akımı biraz geriledi. Sonuçta kim metroda yan yana üç koltuğu kaplayacak kadar kalınlaşmak ister ki? Mackenzie Pearson 2015’te yazdığı bir yazıda karnı yumuşak erkekleri sevdiğini açıklamıştı: “Fırsat olunca spor salonuna gidiyorum ama hafta sonları güzelce içmeyi de bilirim, dahası bir oturuşta sekiz dilim pizzayı da mideye indiririm.”
Pearson şöyle demek istiyor: “Koca göbekli erkekler benim gibi kadınlar için baştan çıkarıcı çünkü kendi fazla kilolarımı görmezden gelmemi sağlıyorlar.” Makale binlerce kez paylaşıldı. Bazı kadınlar ve erkekler bunu, Homer Simpson tipi göbekli normal adamların, durmadan selfie çeken spor salonu kahramanlarına karşı kazandığı bir zafer gibi algıladı.
Yine de bu da tam olarak doğru sayılmaz. Etine dolgun olmak, spornseksüel olmaktan daha kabul edilebilir bir akım olsa da son derece endişe verici. Erkekler artık ne Homer Simpson ne de Dwayne Johnson gibi görünmek istiyor. Ben de istemiyorum. Ve doğrusu bira göbeği seksi olsa bile bu, “Türk kası”na sahip erkeklerin depresyon ve kalp hastalıklarına daha sık yakalandığı veya daha az enerjiyle, daha nadir bir cinsellik ve daha sağlıksız bir hayat yaşadıkları gerçeğini değiştirmiyor.
Erkekler çocuklarının ilk evini satın aldığını görecek kadar uzun yaşamak -tabii İstanbul, Londra gibi şehirlerde değil; yoksa 200 yıl daha yaşamaları gerekirdi- ve mayo giydiğinde partnerine bir dubayı çağrıştırmamak istiyor.
Ey erkekler, beni dinleyin! Trilyonlar harcanan bir endüstri size ne derse desin aslında kendinize güven duyacağınız sağlıklı bir bedene sahip olmak zor değil. Biraz koşun. Biraz yüzün. Biraz bisiklete binin. Bol bol yeşillik yiyin – jelibon sayılmaz. Devasa bardaklarda latte içmekten vazgeçin – yeni doğmuş bir bebeğin bile öğleden sonra 5’ten sonra bu kadar süte ihtiyacı yok – ve sakin salı geceleri Malbec şişesini bitirmemeye gayret edin. Eğer kilo almaya devam ederseniz porsiyonlarınızı biraz küçültün. Unutmayın, irade eksikliği bir hastalık değil, bir bahaneden ibaret.
Nasıl baba olmalı?
İki oğlu olan, boşanmış bir anne tarafından büyütüldüğüm için olsa gerek, iyi bir baba olmanın iyi bir anne olmakla hemen hemen aynı şey olduğunu düşünürdüm. Başka referans noktam yoktu. Baba dediğin benim için Hannibal Smith ya da Michael Knight olabilirdi. Tabii ki yanılıyordum. 2016’dayız, biri dört yaşında, diğeriyse dört aylık iki çocuk babasıyım ve onları bazı erkeklerin futbolu ya da Breaking Bad’i sevdiği gibi seviyorum ama geçenlerde başıma gelen beş dakikalık tek bir olay, nasıl bir baba olunması gerektiğiyle ilgili beni aydınlattı.
Büyük kızım henüz bir yaşılarınydı ve yeni bir çift ayakkabı almak için Hampstead’deki pahalı bir mağazaya gitmiştik. Mağaza seçimi biraz eve yakın olmasından, biraz da her yeni baba gibi “Benim güzel kızım, etrafta ucuz, çakma deri ayakkabılarla gezecek değil ya” demiş olmamdan kaynaklanıyordu.
Sonuçta mağazada, aynı yaşlarda başka taze bir baba ve kızı daha vardı. Taze baba, etrafta pırpır uçak taklidi yaparak gülünç sesler çıkarıyor, satış sorumlusuna yaramaz küçük prensesinin istediği fuşya pembe tonunda bir ayakkabı bulamadığı için nutuk çekiyor ve bir gerizekalı gibi durmadan dırdır ediyordu. Bu sırada çocuğu da tütü giymiş bir yılan gibi emirler yağdırıyordu. Kızımın annesi bana döndü ve “Iyk. Bir erkeğin böyle davranması hiç çekici değil” dedi.
Şok oldum. Ne? Ne demek istemişti? Erkekler kızlarına parıltılı yeni ayakkabılar almaya hevesli olmamalı mıydı yani? Aslında bir açıdan bakarsak hayır, olmamalıydı. Fransa’da aşırı özenli taze babalar için uydurulmuş bir lakap var. Bu tiplere “papa poule” diyorlar yani “baba tavuk”.
Bizim evde bana uzunca süre “papa poule” dediler ve bu bir iltifat sayılmaz. İlk kızım üç yaşına gelene kadar onun gölgesi, kılavuz gemisi, temsili şaman hayvanı oldum. Gerçekten, zavallı annesinin hiç şansı yoktu. Velayet hislerim, sahiplenmede Gollum seviyesine çıkmıştı. Büyükanne ve büyükbaba ziyaretlerinden bile tiksiniyordum. “O benim” diyordum dehşetle. “En iyisini ben bilirim. Onu rahat bırakın!” Bir şeyler öğrenebilmesi ve hayatı anlayabilmesi için benim de onu rahat bırakmam gerektiğini idrak etmem zaman aldı. Çocuğumun çevresinde obsesif kompülsif bir anne aslan misali helikopter ebeveynlik oynamaya son vermek zorundaydım. “Tavuk baba”ya son!
Elbette bu çocukları tamamen yok saymak anlamına gelmiyor. Evet, tabii ki tenis dersi alsınlar. Tabii ki arada sırada matematik ödevlerini yapmalısınız. Fakat bırakın sıkılsınlar. Birkaç haftalığına ekranları önlerinden kaldırın. Klarnet çalmaya çalıştıkları anlarda kedi bile evi terk ediyorsa ve komşular gürültü kirliliğinden şikayet ediyorsa ne kadar yetenekli olduklarından söz etmeyi bırakın. Onlara karşı dürüst olun. Onlara cinsellikten söz edin. Sigaraya başlarlarsa nasıl öleceklerini anlatın. Büyükbabanızın kararmış ciğerlerini gösterin onlara. Hastanenin kanser departmanını birlikte ziyaret edin. Bırakın ağlasınlar. Sonra, yeterince büyüdüklerinde bırakın hayatla ilgili kararlarını kendi kendilerine alsınlar. Ne de olsa şimdilik hep doğru yolda ilerlemiş olacaklar.
Nasıl kendini öldürmemeli?
Eskiden “Bir terapiste gitmeme gerek yok” diye düşünürdüm. “Sizce ben deli miyim?” Yirmili yaşlarım böyle geçti. Sonraki sekiz yılda üç şey oldu.
Şiddet dolu bölüm 1: Gecenin üçünde kayak maskeli yedi silahlı adam yatak odamdan içeri daldı, içlerinden biri şakağıma silah dayadı. Sonra tek kelime etmeden evimi yağmaladılar. Şiddet dolu bölüm 2: Köpeğim ve ben sokakta bir pitbull saldırısına uğradık. Boris’in neredeyse kopmuş bacağını ellerimle köpeğin dişlerinin arasından kendi ellerimle aldım. Şiddet dolu bölüm 3: Parktan eve bisikletle dönerken ağabeyime arkadan bir taksi çarptı. Taksici kaçtı. Hastaneden içeri girdiğimde ağabeyimin kulağı yatağın yanındaki çöp tenekesindeydi. Hayatta sadece iki kez az daha bayılıyordum. Biri 14 yaşımda poppers kokladığımdaydı. Diğeri de bu hastanede.
Bu şiddet yüklü olaylar beni pek çok yönden etkiledi: Gelirim azaldı, kendi kendime ilaç almaya başladım, kaygılıydım, depresyondaydım, uykusuzluk çektim, mal kaybına uğradım, arkadaşlarımı kaybettim, ilişkilerimi kaybettim… Bir de en sevdiğim kot pantolonumu kaybettim – köpek kanı yıkamayla çıkmıyor. Dert etmeyin, şimdi iyiyim. Ama bu olağanüstü olayların beni psikolojik olarak etkilemiş olması şaşırtıcı değil, hatta normal ama işin aslı bütün bunların biriyle konuşarak hafifletmem mümkündü. Erkekler daha çok konuşmalı. Her ne kadar bundan para kazansalar ve bunu iyi yapsalar da mutlaka terapiste gitmeniz şart değil. Berberinizle, kardeşinizle, arkadaşlarınızla, iş arkadaşlarınızla konuşun. Zihninizin bobinlerini yeniden sarana ve yeniden programlamaya geçene kadar konuşun. Patronunuzun size kötü bir bakış attığını ve yakında sizi işten çıkaracağını mı düşünüyorsunuz? Biriyle konuşun. Pornografiyle ilgili bir sorun mu yaşıyorsunuz? Biriyle konuşun. Çarşamba sabahları saat 10’da canınız bir kadeh içki mi istiyor? Biriyle konuşun. Öğle tatilinde herkesle yemeğe gitmek yerine tuvalette onun bunun Instagram hesabına bakarak mastürbasyon mu yapıyorsunuz? Biriyle konuşun – Belki bunu insan kaynaklarıyla konuşmasanız daha iyi. Yumurtalıklarınız normalden daha çok mu sızlıyor? Konuşun. Biriyle. Sükut sadece kütüphanede ya da öldüğünüzde altındır. Hem istediğiniz bütün kitapları da o zaman okursunuz. Not: Bunlar işe yaramazsa kendimi vururum.