Yaşayanların Ağzından 3 Bipolar Bozukluk Hikayesi

Bipolar Bozukluk hakkında çok şey duymuş, okumuşsunuzdur. Ama hiç bu durumu dinlediniz mi? Ekşi sözlük yazarlarından bipolar bozuklukla mücadele eden 3 kişinin ağzından işte zorlu günler.

bipolar bozukluk hikayeleri

tuhaf bir hastalıktır. yazar arkadaşlarım çok kez açıklamışlar hastalığın teoriğini. ben size pratiğinden anlatım yapacağım.

sevgilim de ben de bipolarız. zaten tuhaf olan hastalığı biz daha da tuhaf yaşıyoruz. örneğin, ikimiz de manik döneme girdiğimizde görmelisiniz bizi. dünyanın en eğlenceli, en çılgın çifti olup çıkıyoruz. arabayı satıp, iki motor alıp şehir şehir dolaşıyoruz mesela. elimizde kasa kasa içkilerle, mangallık malzemelerle gecenin bir köründe milleti uyandırıp pikniğe dağa tepeye götürüyoruz. günde iki saat uykuyla haftalarca yaşayıp gene de hiçbir yorgunluk belirtisi göstermeden eğlenip duruyoruz. hayvanlar gibi paralar harcayıp yeni işler kuruyoruz. mesela bana organizasyon ajansı açıyoruz, ona havlu ticareti yapması için ticari araba alıyoruz. gülüyoruz, şakalaşıyoruz, dünya umurumuzda değil!

ikimiz de depresif döneme girdiğimizde sarılıp ağlıyoruz ota boka. kurduğumuz iş yerlerini kapatıp inzivaya çekiliyoruz. kimseyle konuşmuyoruz, kimseyle görüşmüyoruz. aramızda bile çok az konuşuyoruz. bol bol uyuyoruz. kimse kimseye ses etmiyor. saatler yetmiyor uykumuzu alabilmemiz için. günlerce, haftalarca ayı gibi uyuyoruz.

birimiz manik birimiz depresif dönemde olduğumuzda ise manik olan depresif olanı idare etmekle mükellef. öyle bir anlaşmamız var.

yuvarlanıp gidiyoruz anlayacağınız… ama düşünüyorum da bizi bizden başka kim çekebilirdi ki?

ağustos’ta evlenmeyi planlıyoruz. muhtemelen çocuğumuz da genetik olarak bu hastalığa sahip olacak. eh manyak bir aile olarak geçinir gideriz ne yapalım.

ataklarımızın şiddeti hafifledi gerçi. ikimiz de ağır ilaçlar kullanıyoruz ve farklı dönemlerde hastanede yattık. meyvelerini de özellikle son aylarda toplamaya başladık. darısı diğer bipolar kardeşlerimize.

edit: aileler birbirine girdi, biz de ayrılmak zorunda kaldık. evde kaldık iyi mi…

chilek kokusu

kötü birşey olacakmış gibi hissetmenin ötesi, süreklilik hali.

akvaryumdaki balıklarımın bana nefretle baktığını bile düşünebiliyorum bazen. hatta sırf bu yüzden bugün hiç yemek vermedim onlara. tavşan dağa küsmüş, ortada dağ bile yok.
saatler önce hayatımdaki en değerli insandan kendimi soğutmak için elimden geleni yaparken, biraz önce beynimin içinde alarm sesleri yankılandı. hatta, yanlış yapıyorsun diye bir anons bile duydum sanki. beynimin içindeki dopamin değişikliklerinin sonucunda hislerim taşak oğlanı oldu artık. ne hissettiğim, ne hissedeceğim konusunda emin değilim. nefes alıp vermenin 2+2 = 4 kadar doğru olduğunu biliyorum ancak onun dışındaki her şey muallak benim için. iyi geceler dilemeye gelen anneme durduk yere bağırdım. her ne kadar bu hallerime alışmış olsa da içinin parçalandığını biliyorum. ama sanki özür dilesem küçülüp yok olacakmışım gibi geliyor. bu manasız mükemmeliyetçilik, bu manasız takıntı, bu manasız kısırdöngü içerisinde daha fazla ne kadar rol alabilirim bilemiyorum.

yarın güne uyanıp, bu entryi yazdığım için kendimle dalga bile geçebilirim. ne kadar hassassın lan, ilaçlarını düzgün bir şekilde kullanırsan tüm bunları atlatabileceğini bilmiyor musun ? diye kendime sorup, müthiş bir özgüvenle bu entryi silebilirim bile hatta. ama silmemeye gayret edicem.

dedim ya, yüzleşmeliyim, hemen her gün kafama kafama vurmalıyım, tecrübe etmeliyim yanlışlarımı. doğruyu bulana kadar ne kadar acı çekersem yanıma kardır, yeter ki doğruyu bulabileyim. yeter ki yanıbaşımda duran, beni her şeyden çok seven doğru insanları üzmemeyi başarabileyim. elimdekilerin kıymetinin farkına varabileyim.

deli gibi uyumak istiyorum. sonra uyanmamak, hiç olmak.

ya da yıllar sonra uyanmak mesela. sanki daha önce hiç yaşamamış da, yeniden doğmuşcasına.

yaklaşık 4 yıl önce, 27 yaşımdayken tip 2 olarak teşhisi konmuş hastalığım. hayatta bir bok olamamamın nedeni midir? yoksa bunun arkasına mı sığınıyorum bilemiyorum. ama bipolar bozukluğu olan insanların yaşam kalitesinin çok düştüğü bilinen bir gerçek. o nedenle derhal tedaviye başlamak şart.

bipolar bozuklukta tip 2’nin tip 1’den farkı maniden ziyade daha hafif bir hipomani yaşaması ve depresyonunun daha derin olmasıdır. bu nedenle benim pek öyle çıldırdım, böyle saçmalıklar yaptım, peygamber oldum gibi hikayelerim yoktur. genellikle depresyon… hipomani yaşadığım dönemlerde de yaptığım şeyler dövme, piercing ve rasta sanırım. bir de tek başına barlara gitmem, sabahlara kadar tek başıma takılmam, ufak tefek riskli hareketlerde bulunmam sanırım. ufak tefek diyorum çünkü bu olaylar başkasının olağanı olabilir ama benim gibi normali çekingen olan biri için aşırı. dediğim gibi, ufak tefek olaylar dışında bugün pişman olduğum çok acayip olaylar yaşamadım. bipoların beni yorduğu kısmı kış ayları ve depresyon. bipolar bozukluk yaşayanlar için mevsim de belirleyici olabiliyor. bende ilkbahar ve yaz aylarında hipomani artarken, sonbahar ve kış depresyon seyrediyordu. hipomanide hayat daha yaşanır, daha uğraşmaya değer oluyor. normalinizin o olduğunu, üzerinizdeki ölü toprağını attığınızı düşünüyorsunuz. pek çok şeyi yapmaya hem de hepsini birden yapmaya kadir hissediyorsunuz kendinizi. oysa geriye dönüp baktığınızda aslında mizacınıza hiç uymayacak şeyler yaptığınızı görüp şaşırıyorsunuz. dediğim gibi, normal halimde son derece çekingen bir insan olmama rağmen, bir anda ortamın maskotu, delisi, çılgını olup akla zarar hareketlerde bulunuyorsunuz, sadece 2 ay sonra kış geldiğinde ise telefonlarınızı kapamış, facebook hesabınızı dondurmuş, yorganın altında 3 gündür odadan çıkmamış halde buluyorsunuz kendinizi. insanı yıpratan da bu kutuptan kutuba koşmak zaten. yine de kendi adıma bu hastalığın bana en çok zarar veren kısmının depresyon dönemi olduğunu söyleyebilirim.

psikiyatristle ilk tanışmam 14 yaşındaki intihar girişimim sonunda oldu. zannedersem ergenlik bunalımı olarak görüldü. ama ne yazık ki o ergenlik bunalımından neredeyse 30 yaşına kadar hiç çıkamadım. liseye geldiğimde işler biraz daha sarpa sardı. türkiye’nin en iyi liselerinden birini bırakmaya kalktım. yeniden intihar girişimleri ve gittikçe dozu artan kendini yaralama durumu başladı. çeşitli depresyon ilaçları ve sakinleştiricilerle hayatı idame etmeye çalıştık. lise sona geldiğimde durum gerçekten vahimdi. şimdiden 1 paketten fazla sigara içiyordum, fena halde alkole bulanmıştım, uyuşturucuyla da zaman zaman münasebet içindeydim. zamanında tubitak matematik olimpiyatından ödül almış olan ben sözel seçim yaptım ve derslerde sadece uyuyordum. uyandığım zamanlarsa sadece ağlıyordum, öğretmenlere bile “git biraz hava al jord” demekten fenalık gelmiştir eminim. zaten sonunda annemi çağırdılar ve beni hastaneye yolladılar. majör depresyon teşhisiyle 2 kere heyet raporu alarak uzun süre okula gitmedim. hepsine ne kadar teşekkür etsem az, öğretmenlerim ve müdür muavinim çok anlayışlıydı. döndüğümde beni oyalayacak ne kadar proje, kol, dal, organizasyon varsa dahil ettiler. bu sayede dersle falan uğraşmıyordum. bahar gelip de hipomanik ataklarım başladığında öss telaşındaydı herkes ve bana da bir şevk geldi. bir yandan gazeteden çıkan öss sorularını çözüyor, bir yandan okulun yıllık ve mezuniyet balosu işlerini yürütüyor, sonra okuldan çıkıp kadıköy’de içiyor, akşama kadar yeni yeni tiplerle tanışıyor, eve gidip sabaha kadar test çözüyor, uyumadan okula gidiyor böylece bir döngüye giriyordum. evdekiler de mutlu gözüktüğüm için gayet hoşnutlardı. yine desınava son bir kaç ay kala hazırlanmaya kalktığım için ne ailem ne de öğretmenlerim o sene sınava girmemi istemiyorlardı. kimsenin sözünü dinlemeyerek sınava girdim. 1,5 saat oturdum ve ne yazık ki buna rağmen bir yerlere yetecek puanı yaptım. seneye de denesem bu kadarını bile yapabilmemin garantisi yoktu benim için. ankara’yı çok istedim, ama ne ben ailemden ayrı yaşamaya ne de bizimkilerin beni gözlerinin önünden ayırmaya cesareti olmadığı için istanbul’da iki tercih yaptım. ve ilkini kazandım.

dershaneye, okula gitmeden üniversite kazandım diye epey böbürlendim ama üniversite tam bir hayal kırıklığıydı. lisede aldığım eğitim bile buna 10 takardı. bu hayal kırıklığı ve sonbaharın etkisiyle ağır bir depresyon yaşadım. okula gitmedim. zaten devam zorunluluğu yoktu. sınav dönemlerinde ise yine burayı kazanan bir lise arkadaşımla takıldım. ve onun arkadaşları derken biraz hareketlendiğim bir dönem yeniden geldi. iyi, kötü okula gidiyor, bir yerlerde staj yapıyor, akşama taksim geceleri başlıyor. alkol su gibi gidiyor, yeniden saçma sapan yerlerde yeni insanlarla tanışılıyor, sevgililer bulunuyor, sonbahara doğru depresyona girildiğinden olmadık nedenlerden terk ediliyorlardı. 3. sınıfa geçtiğimde sadece harç yatırır olmuştum. sınavlara bile gitmiyordum. 4. senenin baharı bile kurtarıcı olmadı. 5. sene ise yeniden gelen bir şevkle okuldan mezun olarak kurtulmaya karar verdim. dünyanın en boktan okulu olduğu için bir sene de 30 küsür dersi ve evde kendi imkanlarımla hazırladığım tezi vererek kurtuldum. ardından madem mezunuz iş arayalım dönemi başladı. bir hevesle bir yerlere giriyor, çok kısa bir süre sonra çalıştığım yerlerde tam sosyal fobik bir hal içine giriyordum. benden 3 ay sonra çalışmaya başlayanlar bütün şirketle ahbap oluyor, ben üstüm dışında kimseyle iletişim kurmuyordum. her seferinde bir anda işten ayrılıyordum. 6 ay, 4 ay,1 ay derken çalışma sürem beni tuvalette izliyorlar paranoyası yüzünden 3 güne bile indi. sonunda çalışmamaya karar verdim.

uzunca süren bir işsizlik dönemimin ardından daha da depresyona girmiştim. artık annem dışında kimseyle konuşmuyordum. nerdeyse 1 ay hiç evden çıkmadım. günlerce yıkanmadım. 9 aydan fazla bir süre cep telefonu kapadım. facebook hesabımı dondurdum. günde 12 saatten fazla uyur olmuştum. bir yandan da bana ne olduğunu anlamaya çalışıyor, internetten bana uyduğunu düşündüğüm psikolojik rahatsızlıkları inceliyordum. bu arada tüm bu süreçler boyunca bana verilen lamictal, seroquel, lustral, efexor, prozac, atarax gibi ilaçları hiç bırakmadığımı baştan belirtmeliydim sanırım. neyse, sonunda annemin iknaları sonucu yeniden başka bir psikiyatriste başvurmaya karar verdim.

doktora “ben de sosyal fobi var” diyerek gittim. internetten ben de olduğuna inandığım yegane sonuç buydu. bipolar bozukluğu falan çoktan elemiştim çünkü benimle alakası yoktu. doktorum, önce öykünü inceleyelim bakalım dedi. terapiyle beraber bir kaç seans sonunda, ilk psikiyatrist kontrolümden tam 13 yıl sonra bipolar tip 2 teşhisi koydu. ve lithuril ve nörofrenle beraber tedavi de başladı. bana hiç mantıklı gelmemişti o zamanlar bipolar. ama ben tam olarak bipolarmışım, şimdi anlıyorum.

yaklaşık 4 yıldır tedavi görüyorum ve ilk zamanlar haftada 2 kez olmak üzere 6 aydan fazla bir süre haftada bir terapiye gittim. tabi ben de travma sonrası stres bozukluğu da tespit edildiği için terapiler bu kadar sık olmuş olabilir. sonuçta ne terapilerimi ne de ilaçlarımı aksatmamaya çalıştım.

şu anda bok gibi bir hayatım olmasına rağmen kendimi huzurlu hissediyorum. bok gibi bir hayat diyorum çünkü bu hastalık hayat kalitenizi düşürüyor. düzeldiğinizi hissettiğinizde de bazı şeyler için çok geç olabiliyor. iş, aşk, arkadaşlıklar vs. hepsinde geç kalmış hissediyorum kendimi. o kadar çok insan kırdım, uzaklaştırdım, o kadar çok köprü yıktım, o kadar hırpaladım ki, şimdi ortasından müdahil olmak da kolay olmuyor. sizlere eğitim hayatımı detaylı anlatmamın sebebi böbürlenmek değil, iyi kötü bir potansiyelim vardı, ama bu hastalık yüzünden kullanamadım, onu belirtmekti. bipolar bozukluk hayatta hak ettiğinizi alamamanıza neden olan bir rahatsızlık. bana doğru teşhis çok geç kondu, yıllarca depresyon dendi. depresyon ilaçları kullandım, ama hiçbir şey çözülmedi. tersine arap saçına döndü.

sizlere bu entry’i yazmamın sebebi eğer kendinizde olduğuna inanıyorsanız, en azından bir şeylerin yanlış gittiğini düşünüyorsanız derhal bir doktora gitmeniz için. hem de doğru bir doktora… yıllarca yanlış teşhis konmuş olmasının acısını yaşayan biri olarak söylüyorum.

jord

iki yüz on iki gün oldu.
yeni psikoloğum tamamen iyileşemeyeceğimi ama daha iyi bir insan olacağımı söyledi.
“ne olmak istiyorsan yaz bu boş kağıda” dedi.
elime tutuşturduğu kalemi sağ elimle kavradım.
“güçlü olmak istiyorum” yazdım.
eğilmeden bükülmeden yaşamak tek derdim.
“kimse seni bükemeyecek” demedi.
“sen bükülmeden yaşamayı öğreneceksin” dedi.
“sendeki de dert mi?” demedi.
“çözülemeyecek sorun, geçmeyecek dert yok” dedi.
“üstesinden birlikte geleceğiz” dedi.

hayata, insanlara olan öfkem dinecekmiş bir gün.
ben de tahammül eşiği yüksek, anlayışlı biri olabilecekmişim.
ödevler verecekmiş bana her hafta.
“iyi insan olmak tek ödevim olsun” demedim.
elimden gelenin en iyisini yapacağıma söz verdim.
bu sefer çabalamayacağım.
bu sefer savaşacağım.
kahraman olacağım.
inanıyorum kazanacağım.

ilk terapinin akşamına evde beni bekleyen annemle babama da söz verdim. “kanımı akıtmadan sağ çıkacağım bu savaştan” dedim. sırtımı kaya gibi güçlü anneme babama yasladım. bir sigara yaktım. babam iyileştiğimde beni dövmeciye götürecekmiş, istediğimi çizdirebilirmişim orama burama, heh o elindeki sigara gibi yansınmış ki itiraz ederse ağzına sıçsınlarmış. iki yüz on iki gün önceki inancın beş yüz elli milyon sekiz yüz doksan altı katını gördüm gözlerinde. “sen iyi olacaksın” dedi. sonra gözlerimden öptü. hep gözlerimden öpüyor. ben hiç ağlamayayım diye. ben de sımsıkı sarılıyorum, beni hiç bırakmasın asıl o zaman dayanamam diye.

kertmezkele