Biliyorum, “ne çirkin bir adam” diyeceksiniz benim için.. Kiminiz alay edecek, kiminiz ürperecek, kiminiz acıyacaksınız belki de. Ne derseniz deyin, nasıl düşünürseniz düşünün hakkımda; ben renkleri anlatacağım size, ruhumun renklerini…
“Yıllardır çıkmıyorsun köyden, seni şehre götüreyim Mazlum” dedi bir komşum. “Gökyüzü, toprak ve dere yeter bana” dedim. “Yeni bir randevu evi açılmış, kadınların hepsi taş gibiymiş” dedi ve ekledi, “bir kere olsun seviş be adam!” Duymazdan geldim ve dalıp gittim öylece. Annemi düşündüm. Dört yaşındayken ben, koca dayağından bezmiş annem. Benden büyük üç kardeşimi alıp gitmiş bir gece yarısı köyden. “Aslında bir çocuk alabilirim ama kıyamadım diğer ikisine. Mazlum fazla gelir bana, o da nasiplenir bir gün elbet” demiş. Dört yaşımdan beri annemim kokusunu hayal ediyorum; her seferinde burnumun direği sızlıyor. “Tamam” dedim komşuma, geleceğim seninle şehre.” “Ha şöyle, yaşın geçti zaten, bir kez olsun kanıtla erkekliğini!” dedi gülerek. Sustum. Kamyonetiyle şehre götürdü beni ertesi gün. Randevu evinden girdik içeri. Bir salona aldılar bizi ilk önce. Tam altı kadın vardı salonda. Hepsi bana baktı bir anda, “müşteri mi lan bu!” dedi bir kadın şaşkınlıkla. “Sevişmek onun da hakkı” dedi komşum. Beş kadın gençti, biriyse ihtiyar. İhtiyar olan dedi ki, “gel benimle bakayım, seninle yatağa girmek sevaptır!” Güldü diğer kadınlar. “Helal sana Hicran Abla, cennetliksin ayol!” dediler. Küçücük, karanlık, rutubetli bir odaya girdik. Çift kişilik kir pas dolu bir yatak, sararmış iki yastık, belki de aylardır yıkanmadığı belli olan bir çarşaf vardı. Soyunmaya başladı Hicran. “Soyunma” dedim. “Başka fantezilerin mi var bebişim?” dedi kahkaha atarak. “Yatalım beraber, sarıl bana sadece “ dedim. “Ne yani, boşalmayacak mısın?” dedi. . “Sarılalım” dedim yine, “bir saat boyunca sarılalım. “ “Kafa mı buluyorsun benimle?” dedi öfkeyle. “Hayır” dedim, “seninle uyuruz belki de…” “Bana bak” dedi , “tarifede indirim yapmam , ona göre!” “Ne istediğimi söyledim sana “ dedim. Uzandık yatağa ikimiz de. Yanağını okşadım Hicran`ın. Sonra saçlarını okşadım usulca. “Ne ayaksın sen?” dedi. “Sarıl biraz” dedim. Sarıldı boynuma. Birkaç dakika içinde, benimle alay eden kadın gitti, yerine anne kokulu, şefkatli, naif bir kadın geldi. Annemi hayal ettim ona baktıkça. “Bana kimse böyle sarılmadı” dedi, “ne sevgililerim, ne de babam…” Sustum. “Anlat hikâyeni” dedi. “Annem…” dedim getiremedim gerisini.. “Kıyamam sana “ dedi. Bir saat boyunca sustuk birbirimize kederle bakarak ve sımsıkı sarılarak. “Gitme, biraz daha sarılalım” dedi. İki saat oldu, üç saat… Kapıyı vurmaya başladılar dışarıdan. Komşumun alaycı sesi duyuldu. “Mazlum ömrü hayatında ilk kez sevişiyor, yılların açlığı var tabi” dedi. Kadınlar bağırdılar, Kız Hicran Abla, adam seni parçalamadı değil mi?” İyiyim” dedi Hicran. “Biraz daha işimiz var.” Gülüşmeler, alaylar, iğnelemeler… Biraz daha sarıldık birbirimize. “Kalkalım Mazlum” dedi Hicran.. “İstediğin zaman gel, sarılırız birbirimize.” Cüzdanımı çıkardım arka cebimden. “Sakın ha” dedi, “bendensin…” Hicran`ın kara gözlerine baktım. Kara gözlerini öptüm onun, bir babanın yavrusunu öper gibi. “Sana bir şey söyleyeceğim Mazlum” dedi. “Söyle” dedim. “Benim gerçek adımı kimse bilmez” dedi. “Ben ruhunu bildim senin” dedim. “Benim adım Nebahat” dedi. “Adının anlamı ne?” diye sordum.. “Şeref” dedi, “bu işi yapıyorum diye şerefsiz bilme beni”. Benim renklerimden biri, şerefli bir fahişenin gözlerinin karasıdır. Bunu o biliyor sadece, siz de öğrenin istedim…
Babam üç kadınla evlendi annemden sonra, üçü de imam nikahlıydı. Toplam dört annem ve sekiz kardeşim oldu. Annelerimden birinin adı Fadime`ydi. Sekiz yaşındaydım. Bir gün dedi ki bana, “seni öz oğlum kadar seviyorum Mazlum”. İnanamadım duyduğuma. “Allah razı olsun” dedim. “Ama her gece ıslatıyorsun altını” derken kızgındı sesi. “Kusura bakma “ dedim. “Artık kendi çamaşırını kendin yıkayacaksın, yoksa döverim seni” dedi bağırarak. Korktum ben.“Babandan gizli döverim ve babandan daha çok yakarım canını” dediğinde bir kor düştü ruhuma. Babam alenen döverdi beni. Diğer annelerime ve onların çocuklarına vurduğunu bilmem. Sanırım bakılmak istiyordu babam ve onlara kızdıkça bütün hıncını benden çıkartıyordu. Sekiz yaşında başladım kendi çamaşırımı yıkamaya, kendi aşımı pişirmeye, kendi elimden tutmaya, kendi yolumda gitmeye… Sekiz yaşındaki bir çocuğun donundaki sarılıktır benim renklerimden biri de…
İlkokulu dışarıdan bitirdim tam on dokuz yaşımda. Evet, zeki biri değilim! Bütün çiçekleri, bütün ağaçları, bütün yıldızları biliyorum. Bunu bir zeka belirtisi olarak görmedi babam, öğretmenlerim, köylüler, imam, muhtar ve köyümüze bir kez gelen kaymakam. On beşimdeydim kaymakam köye geldiğinde. Muhtara dedi ki, “yazıktır, diploması olsun bu garibanın.” “Okuması var ama derslere kafası çalışmıyor” dedi muhtar. “Dikdörtgenin çevresi nasıl hesaplanır, söyle bakalım Mazlum” dedi kaymakam. “Dünyanın en yaşlı ağacı 9500 yaşında, İsveç`te ve adı “Yaşlı Tijkko, üstelik büyümeye devam ediyor.” dedim. Bir süre herkes bakakaldı yüzüme. Bana tokat attı muhtar. “Kafan çalışsa dikdörtgenin çevresini öğrenirdin” dedi. Kaymakam hiddetlendi. “Dikdörtgenin çevresi” dedi, “bu yaşında öğrenememek, eğer geri zekalı değilsen, affedilir gibi değil!” Yaşlı Tijkko`yu düşündüm. 9500 yaşında olup, hâlâ büyüyen bir ağacın o bitimsiz güzellikteki yapraklarının yeşilliğidir benim bir diğer rengim…
On sekizimdeydim. Köyde yaramazlık yapan çocukları, anne babalar benimle korkutuyordu, “uslu durmazsan seni Mazlum`a veririz” diye. Kaçıyordu çocuklar beni gördükleri yerde ve bu beni çok incitiyordu. Köye ilçeden bir kitapçı geliyordu hafta sonları. Adı Garo`ydu. Ermeniydi Garo. Köy okulunun kitaplığına bağış yapıyordu. Daha ilk gelişinde dost olduk onunla. Kimse ilgilenmemişti kitaplığa bağış yapışıyla. Adını sorana “Ali Osman” diyordu. Beraber kitapları sevdik Garo`yla, sevip okşayarak o güzelim Küçük Prens`i, Martı Jonathan`ı, Pinokyo`yu beraber dizdik raflara. Sırlar verdik birbirimize, sırlar tuttuk. “Köydekiler hor görüyor beni, sen sevdin” dedim. “Kokluyorsun kitapları Mazlum” dedi, “kitap kokuyorsun sen”. “Sen de kitap kokuyorsun” dedim. “Güvercin” dedi Garo, “ne çağrıştırıyor sana?” “Tedirginlik” dedim. “Sen beni anlıyorsun” dedi. “Sen de beni anlıyorsun” dedim. Her hafta sonu, köy okulunun küçücük sıralarında Garo`nun getirdiği kitapları okudum bir başıma. Bir gün kızıyla geldi köye Garo. Dokuz yaşındaki kızına dedi ki, “ Mazlum Amcan benim kardeşimdir, senin de öz amcandır.” Nasıl sevindim, bir bilseniz. Bir avuç beyaz leblebim vardı ikram edebileceğim o körpecik cana. Leblebiyi alıp, üçümüze eşitçe pay etmesi bir tanemin, bana sarılması, beni öpmesi “amcacım” diye… Ah, nasıl anlatmalı bunu size. Bir güzelim kız çocuğuna ikram ettiğim leblebideki beyazlıktır bilmeniz gereken renklerimden biri de…
Yirmi ikimde aşık oldum ilk kez. Köydekilerden birinin akrabaları gelmişti yurt dışından. Gelenlerden biri yirmili yaşlarda bir kadındı. Köyün içinde yürüyüş yaparken gördü beni. “Sen Mazlum musun?” dedi. “Evet” dedim. “Ben de Songül” dedi. “Merhaba “ dedim. Gülümsedi. “Çok anlatıyorlar seni” dedi. “Umurumda değil” dedim. Elini uzattı gülümseyerek. “Tokalaşalım mı?” dedi. Tokalaştık. “Kitap okumayı seviyorsun değil mi?” dedi. “Beni böyle anlatmazlar ki” dedim. “Ben duyumsadığımı söylüyorum” dedi, “anlatılanları değil.” Duygulandım o anda. Elimi uzattım Songül`e. “Bir daha tokalaşalım mı?” dedim. Gülümsedi yine. Küçük Prens üzerine saatlerce konuşup yedi sekiz kez de tokalaştık Songül`le. “Seni öpmeme izin verir misin Mazlum?” dedi. “Sahiden öpecek misin beni?” dedim. “Sen cansın” dedi bana, “iyi ki varsın canım benim” dedi ve yanaklarımdan öptü. Birkaç kez daha görüştük Songül`le. Köydekiler demiş, “kendi halindedir Mazlum, ama dikkat et yine de.” Bunun üzerine şakalar yaptık birbirimize. Dedim,“kendi halimdeyim ama Cervantes`i doğum gününde, -29 Eylül`de-, bir tek ben anıyorum Don Kişot`tan pasajlar okuyarak köyde!”. Elini omzuma attı Songül, “Ben de kendi halimdeyim aslında “ dedi. “Ama Peter Pan` ın, Guliver`in, Heidi`nin olduğu hayaller kurmak seninle, tarifsiz bir huzur” Gözlerim doluverdi birden. Çantasından bir defter çıkardı. Bir hatıra defteri, mor renkte. “Kabul edersen sevinirim Mazlum” dedi. Sesim titredi teşekkür ederken. “Canımsın sen” dedi, öptü yine yanaklarımdan. Yanaklarımda bir ıslaklık kaldı Songül`den; birkaç damla yağmur damlası gibi. Yurt dışına döndükten iki ay sonra evlenmiş. Ona özlem dolu mektuplar yazdığım defterin rengidir, mordur benim ömrüme işlenmiş bir diğer rengim, Songül`ü düşündükçe düşlerime yağan yağmurun rengi…
“Kadersizsin Mazlum, erken ihtiyarladın” diyorlar bana, İhtiyar görünmekle birlikte, otuzumdayım. Renklerle, doğayla, evrenle barışığım, ama çok küsüm insanlara. Hiç sevişmedim, evet; ama birçok ağaca hayranlıkla baktım. Altıma kaçırmıyorum da artık, sonbahar yapraklarının sarılığı da bir mucize benim için. Dikdörtgenin çevresini öğrenmeyi reddediyorum; bir kurbağanın tenindeki yeşillik üzerine şiirler yazabilirim. Garo`nun kızına, -yeğenime- beyaz leblebi ikram etmemin yanı sıra, ona yaptığım uçurtmaların beyazlığı da mutlu ediyor beni. Songül`ün hediyesi mor renkli deftere, şarap rengi, eflatun, lila ve turkuaz dolusu mektuplar yazıyorum…
Siz beni deli belleyin en iyisi; ben kendi dünyamdaki bir dolu renkle, sizin yozluklarla, kıyıcılıklarla, sevgisizliklerle dolu dünyanızdan, aldım başımı gidiyorum…
Yazar Ergür Altan’a sevgilerimiz ve teşekkürlerimizle